TANZİMATÇILIK İFLAS MI ETTİ?

OSMANLICA

Yunus Nâdî Beye

 

Milletlerin ser-nüvist tarihleri, îcâbât-ı rûhiyelerinin netâyic-i kısriyesinden, bu netâyicin teselsil ve teâkibinden başka bir şey değildir.

Her millet temâyülât-ı rûhiyesine, îcâbât-ı ‘ırkıyesine, anenât-ı ırsiyesine göre idare edilmek ister. Bu, bir ihtiyâc-ı mübrimdir. Esâsât-ı mezkûreden inhirâf gösterildiği anda bünye-i millette facîadâr ihtilâclar, elim sızılar baş gösterir. Hastalık bütün vehâmet mecrân-ı engiziyle vücûd-ı milleti sarsar, zayıf düşürür ve nihâyet onu diğer hastalıklara da müsta’id olacak bir zemîn haline getirir.

Esbâb-ı marz-ı ta’yîn, hastalık hakkıyla teşhis edilmeksizin bünyenin isti’dâdıyla pek de uygun olmayan sakîm tadbîrlere mürâcaata yanlış ilaçlarla tedaviye kalkışılırsa hastalığın zevâline değil bilakis vehâmet ve şiddet kesb etmesine hidmet edilmiş olur. Her millet kendi zihniyetiyle mütenâsib teşeyyülât ister. Milletlerin teşkilât-ı idareye ve ictimaiyyeleri zihniyetlerinin, temâyülât-ı rûhiyelerinin, anenât-ı ırsiyelerinin mevlüdi değil midir? Ve öyle olmak îcâb etmez mi? çünkü aksi takdirde o millet için idâme-i sıhhat belki de muhâfaza-ı hayat cidden müşkilât kesb edeceği muhakkaktır. Bu hal, lâ-yetgir bir kanun-ı tabiyedir. Bir millette başka bir zihniyete ayrı bir aneneye mâlik, evhâl-i rûhiye i’tiyâdât-ı kavmiyye, îcâbât-ı ırkıyye ve hatta tarz-ı maişetce büsbütün farklı olan diğer milletin teşkilât-ı idareye ve ictimaiyyesini aynen tatbike kalkışmak kadar tehlikeli bir teşebbüs olur mu? Böyle bir hareket o milletin bünye-i mukâvemesini tehzîl belki de mahv etmek gibi bir netice tevlîd etmez mi?

Bu gibi bir teşebbüsün netâyic-i mezrası takdîr edilemeyecek kadar mahrum-ı izân olmak îcâb eder ki âkibeti bu derece karanlık ve tehlikedâr bir işe; bilâ-tereddüd; girişilmek cesareti gösterilebilsin!

Balçığa saplanmış bir milleti, hezâle uğraşmış bir ırkı kurtarmak gibi necip bir sevda ile azimkârâne ortaya atılan vicdanlar, nevâmis-i tabi’iyyenin îcâbâtından inhirâf etmek ihtimali karşısında daima titremeli, kavânin fıtratı her vakit göz önünde bulundurmalıdır.

Saha-ı tabiat bir der-sahâne-i hikmet âmûzdur. Nafiz ve basir tekkar dimağlar burada; her vakit; bedâyi’ samedâniyyet gün a gün inceliklerini, lâ-yetgir ve şâyân-ı taklîd kanunlarını bir nazar-ı ibaret ve intibahla tatbi’ edebilirler.

Milletlerin tarz-ı ıslâhât ve tanzimatını kaydeden sahâyıf tarih tedkîk edilince görülür ki bir milletin hayat-ı ictimai ve siyasiyesini tanzîm-i terbiyesini tekeffül, rehberliğini der-ahde etmek azmiyle ortaya atılmış olanlar, kavânin tabiiyyeye tevfîk hareket husûsuna ne kadar gayret göstermişlerse mesâilerinden o derece mazhar-ı muvaffakiyet olmuştur. Aksi hal ise daima vehim ihtilâclara, mahlûk buhrânlara meydan vermiştir.

Silsile-i uzviyât-ı tatbi’ ettiğimiz zaman müşahede ediyoruz ki: her hayvan yaşamak için tenefüse, tenefüs için de bir cihaz-ı mahsûsa muhtaç olunur. Fakat, cihaz teneffüs uzviyâtın kafesinde aynı tarz ve aynı bünyede tekûn etmemiş, hayvanın nev’ine, tarz-ı maişetine, mahiyetine göre tahvilât-ı mühimmeye uğramıştır. İnsanlar raineleri, esmâk-ı galasmaları, haşeratta küspeleri vasıtasıyla teneffüs ediyorlar.

Bir balık sudan çıkarılınca havasızlıktan derhal telef oluyor. Çünkü uzviyetiyle uygun olmayan bir muhît dahiline atılıyor. Halbuki balık su derûnunda ta’ayyüş ettiği için uzuv teneffüsü galasma şeklinde tekûn etmiştir. Cihaz-ı teneffüsün re’i sûretinde olmasını îcâb eden başka bir muhîtte yaşayamaz. Uzviyeti buna müsait değildir. Aynıyla bir millet; mecbûlât-ı ırkiyyesi, anenât-ı kavmiyyesi, temâyülât-ı rûhiyesi hülâsa kendi zihniyeti (mentalité) ile uygun olmayan teşkilât ve tanzimata tabi’ tutulmak istenilirse; uzviyetini tevlîd eden muhîtten harice çıkarılmış balık gibi yaşayamaz.

Latin ırkının zihniyeti, anenesi, itiyâdâtı, temâyyülâtı başka Anglosakson ırkınında yine başkadır. Mezhep ihtilâfından sırf nezir, aynı dine, aynı akayideye merbût olan bu iki ırktan birinin saadetini onun bâdi-i sefâlet ve inkirâzı olabilir. Fransız teşkilatıyla İngiliz teşkilatı arasındaki azim farklar, bu iki milletin zihniyetçe olan ayrılıklarından neş’et ettiği şüphesizdir.

Acaba bu fark Şark ile Garp arasında daha derin, daha uçurumlu değil midir? Dînî, anenesi, âdât ve ihlâkı, temâyülât-ı rûhiyesi, hatta derece-i tenavürü büsbütün başka olan şarka; gelişi güzel; garbın, garplılardan da bizimle mecânist-i rûhiye ve i’tiyâdâtı İngiliz ve Almanlardan daha az olan Fransızların âdeti, her usulünü, her nevi’ teşkilâtını ((aynen)) tatbîk etmeğe çalışmak, onları ale’l-‘umiyâ taklîde kalkışmak kanun-ı tabiatı hiçe saymaktan başka ne ile tavsîf olunabilir?

Bizim için şâyân-ı ibret değil midir ki Fransa’da kardinallığın kürsi-i haşmeti gıcırdarken, Rusya Çarlığı, saltanat-ı şekîmdârını Ortodoksluk hissiyâtının tahyîciyle tahkime çalışıyordu. Romanoflar hem sâhe-i intibâha atılan Islavların muazzam tâcidârı, hem de Ortodoks kitle-i azmiyesinin âlem-şumûl bir hâmi-yi efhamı olmakla iftihar ediyorlar, kitleyi kendi zihniyeti dahilinde metin ve sarsılmaz halvelerle terakkiye tekâmüle sürüklüyorlardı!

Çünkü Fransızların zihniyeti o yolu Ruslarınki de bu yolu takip etmeyi îcâb ediyordu.

Fransa dahilinde Katolikliği boğmağa çalışan eller, Şarkta; ağır ve kutlu pençelerle; müfret ve müte’assib bir Hıristiyan rolü oynamaktan çekinmiyorlardı. Şarktaki menâfin muhâfazası, Şarktaki nüfûzun devam ve tevsi’i (Rönesans) evladlarının harice karşı dindâr, anene-perver bir kisve-i taassuba bürünmelerini iktizâ ediyordu. Hatta bugün bile (Volter)in hafîdleri, (Felix Dantek)in mu’âsırları; menâfi’-i siyâsiyenin te’mîni için kanâ’at-i vicdâniyelerini çiğnemeden kaçınmıyorlar.

Şark, senelerce manasız harpler, fâidesiz şanlar arkasında koşa koşa nihâyet bî-tâb ve tevân düşmüş; pek tabi’i olarak; vesâde-i istirahata dayanmağa mecbur kalmıştı. Millete ifâza rûh etmeleri îcâb eden; şâirler, hâdem-i ahlak gazelleriyle, tevrîdileri, esâtir-i hikâyeleri, atâlet-i bahş hurâfeleriyle derhal zavallı milletin serbâlinine üşüşerek muttasıl niyetini söylemeğe, onu hûb-girân gaflet ve sefâhete daldırmağa çalışıyorlardı. Buna muvafık da olmuşlardı. Halbuki bu esnada garp, sâhe-i terakki ve faâliyette alabildiğine ilerliyordu. Nihâyet bir zaman geldi ki garbın dört duvarı, içinde kaynayan sîlâbe-i ihtirâsâtı muhafaza edemeyecek bir hale ma’rûz kaldı.

Bu sîlâbe-i Şarkı istila etmek, Şarklıları boğmak için imansız hücûmlarla bu diyarlara, gafil,  lâkayıd ve bütün manasıyla merhametsiz evladları tarafından mütemâdiyen hırpalanmak sûretiyle makhûr ve bikes eyleyen bed-baht yurdumuza teveccüh etmişti.

İlk hamlede bir maniye çarptı: cehâlet altında uyuşmuş, hurâfât arasında boğulmuş, adalet ve sefâhet içinde küflenmiş, yosun bağlamış olmakla beraber; bu yurt; arş-ı hilâfet etrafında toplanmış, ruhen, vicdânen müttehid?? Bir kitle-i azimenin kıble-gâhı idi. Din uğrunda her fedâkârlığı göze alan, ya şehit, ya gazi gülbankıyla ölüme atılmadan ihtirâz etmeyen bu kitle-i müttehide ile çarpışmak tehlikeli görülüyordu. Birkaç tecrübe yapıldı. Bazen muvaffakiyetle neticelenmekle beraber, bu tecrübeler çoğa mâl olmuştu. Ma’mâfi’ye ye’s getirilmedi. Başka yollar arandı. Nihâyet iblis-pesend hud’alarla bu ittihâdı bozmak, o kitlenin bünyâd-ı metâneti olan akîdeyi sarsmak esbâbına tevessül edildi.

Bu andan i’tibâren yurdumuza sürü sürü sulh orduları gönderilmeğe başlandı. Bunlar, milyonlar sarfından çekinmiyor, nerede bir galebelik şehir varsa; cerâde-i münteşire gibi; oralara dağılıyorlardı.

Her gittikleri yerde, anenât ve asabiyet-i ırkıyemizin, mezâyâ-yı necîbe ve secâyâ-yı kavmiyemizin tehzîl ve imhâsına mahsûs birer (ayn) den başka bir kelime ile tavsîf olunamayan o ma’hûd mekteplerini derhâl açdılar.

Bir taraftan da en yüksek makâmâta kadar sokularak ekâbir arasına muzır tahammüller saçaktan geri kaldılar. Vezirlerimize mahrem-i esrâr, ricâlimize hayr-ı hevâh birer müsteşâr, çocuklarımıza emin-i mürebbi, kızlarımıza namûskâr birer refîka oldular. Hiç bıkmadılar, yılgınlık göstermediler, geceyi gündüze katarak muttasıl çalışdılar, nihâyet mesâilerinin semerâtını; ümitlerinin kat kat fevkinde olmak üzere; iktitâf etmiş oldular.

En parlak ve en bâriz eseri; mikrop yuvası olmak üzere; tırnakları uzatmak sûretinde tecelli eden bu meşsûm terbiye, Garbın bütün sî’ât-i sefâlet âlûdunu masum Şarklılara telkîhden başka bir gaye gözetmiyordu. Garbın ilim ve irfânı, sanat ve ticareti, çalışkanlığı ise, pek yabancı şeyler müsâbesinde kalmıştı. Yine bunların telkînâtı neticesi olarak anenât-ı milliyeye, asabiyet-i kavmiyeye karşı- bu yolda terbiye alanlar arasında- derin bir nefret uyandı. Millet hakîr görüldü, anenelerle istihzâ edilmeğe başlandı, ((Türklük)), kabalık ve barbarlık gibi kelimât-ı tahkîriye sırasına geçti.

Heyet mecmû’a-yı millet arasındaki revâbıt çözüldü. Neticede memleketin tabaka-i münevvere (!) ve daha doğrusu mütegalbesiyle kitle-i asliyesi yani millet arasında korkunç uçurumlar açıldı, derinden derine menfûr ayrılıklar, tehlikeli çarpışmalar baş gösterdi!..

Tanzimatçılığın; milletin zihniyetini gözetmeksizin; körü körüne Avrupa’yı taklîd etmek gibi bir şekl-i acîb alması işte bu gibi avâmilin taht te’sîrinden vukû’a geldi. Gariptir ki şâyân-ı imtisâl nevâmîs-i âliyeden olan (Kemâ tekûnû yuvella aleyküm) desturunu onatan garp-perestler, (les peuples ont le gouvernement qu’ils méritent) kanunundan da âfil bulunuyorlardı. Şarkı ve Şarkîlerin zihniyetini, ahvâl-i rûhiyesini tefahhus zahmetine katlanmayanlar, belki de böyle bir teşebbüsü abes görenler; ma’-te’essüf; Garbın vuzu’ ettiği kavânîn-i ictimâ’iyye ve usûl-i idareden de bî-haber bulunuyorlar, yalnız şeb-pere gözleri kamaştıran cilâ-yı zâhirînin ateşin bir meftûnu, şûrîde bir mukallidi olmakla iktifâ ediyorlardı. Zannediyorlardı ki: Avrupa’yı körü körüne taklîd etmekle onun su’ûd etmiş olduğu derece-i bâlâ-terîne irtikâ etmek mümkün olacak. Ne vahî hülya!

Tanzimatçılar meyânında; hiç şüphe yok; milleti kurtarmak aşkıyla titreyen bir çok kalplerde vardı. Bunlar görüyordular ki cenderelinin kurmuş olduğu teşkilât bil-ahire memleketin tavsi’i, saltanatın tezâyüt-i şükûh mütenâsiben te’yîd ve tahkîm edileceğine ma’-teessüf bür bütün ihmâl edilmişti.

Daha sonra ve bilhassa Selim-i Sânî  devrinden itibaren idare-i hükümete karışan ecnebi anasırların nüfûz ve tesellütünü arttıkça teşkilât-ı kadîmenin temellerde uyulmağa başlanmıştı. Zaman geçtikçe tahribâtın şiddet ve dairesi de tezâyüd etmişti. Bünyâd-ı saltanat çökmeğe hazırlandığı bir zamanda Selim-i Sâlis  yetişmiş, Mahmud-ı Sânî de taht-ı hilâfeti kemiren tefîliyâtı – Hüda-pesend bir azim ile- temizleye bilmişti. Fakat bununla iş bitmemişti. Müşerref-i harâb olan binâ-yı saltanat ihtiyâcât-ı asriye ile mütenâsib yeni teşkilât istiyordu. Tarz-ı kadîmin ta’kîb ve idâmesi sûret-i muhakkade memleketin inkirâz kat’isini intâc edecekti.

Çünkü Garp bütün savlet ve dehşetle Şarka yükleniyor, onu boğmak, beli’ etmek için kanlı dişlerini biliyordu.

Vatanın memâ-yı sükûnunda dolaşan tehlikeye karşı, yeni teşkilât yapmak, Garplılar gibi kuvvet ve insicâm kesb etmek, ticâret ve zanâatte, ve bilhassa maârifte ilerlemeğe çalışmaktan başka çare yoktu.

Birçok tereddüdden sonra nihâyet bu gayeye doğru yürümek karar verildi. İlk adımlar atıldı. Fakat titreyerek! Esaslar kuruldu fakat metânetsiz inkâz ile ve sağlam olmayan bir zemin üzerine! En evvel zemini ihzâr etmek, teşkilât-ı muhitin kabul edeceği bir şekilde, kitlenin i’timâd ve hürmet ettiği eller vasıtasıyla korkmak lazımdı. Bu yapılamadı. Rehinzâr faaliyette tesâdüf edilecek girdaplar, uçurumlar, bataklıklar evvelce tahmîn olunamadı.

Bu andan itibaren sunûf-i millet arasında derin derin münâferitler, anlaşmazlıklar bütün şiddetiyle baş gösterdi.

Mektepler açılmış, fakat medreseler unutulmuştu. Halbuki bu iki fabrika memlekete sürü sürü müstahlik yetiştiriyorlardı. Bunlar arasında pek korkunç bir uçurum açıldı. Mektep fabrikasının mahsulleri ne yapıyorsa medrese fabrikasının mahsulleri onun aksini telkîn ediyordu. Birinin beyaz dediğine diğeri siyah sıfatını vermeği bir vazife biliyordu. Çünkü biri çıkıyor, diğeri iniyor, biri mevkiini terk ediyor, diğeri o mevkie nâmzed bulunuyordu. Bu hal pek tabii olarak arada tehlikeli bir husûmet, için için bir kin ve nefret tevlîd ediyordu. Biri milleti bir tarafa, diğeri aks-i cihete sevke başladılar. Biri maziden mevrûs nüfuzuna istinâden kitle hâkim bulunuyor, diğeri de nüfuz hükümeti eline almağa çalışıyordu. Biri halkın maneviyatına, ruhuna hâkim,diğeri maddiyatında ferman ferman!...

Bu sûretle açılan bab-ı cidâl, millete muayyen bir terbiye vermeğe; tabiatıyla; müthiş bir manaya teşkîl etti. Arada müttehid bir gaye, bir ideal yoktu. Halk, bir taraftan uyuşukluğa düşüyor, diğer taraftan da anenâta olan merbûtiyet azalıyordu. Her iki cereyanda müthiş ve muhallik idi. Neticesi ise bugünkü hal-i felâket-i iştimâl! Şüphe yok ki bugün maruz kaldığımız hûnîn ve müthiş felâketlerin tertîbât ve ihtihzârât hâzireye ait birçok sebepleri vardır. Fakat en mühim ve en müessir sebepler daha derin ve daha yaşlıdır.

Öteden beri yapılan teşkilât ve Tanzimat halkın zihniyetiyle uygun bir tarzda tesis ve tatyîk edilse, mektepler yapılırken medreseler unutulmasa, bu iki fabrikanın aynı gayeye müteveccüh, aynı tarz talîm ve terbiye görmüş unsur yetiştirmesi temin edilmiş olsaydı; şüphe yok; vatanın şimdi arz ettiği manzara büsbütün başka bir şekilde olacaktı.

Bugün muhtelif cereyanlar önünde bocalayan sefîne-i devlet, mâhir kapatanları, uygun mertebâtıyla mersâ-yı maksûda doğru kemâl-i azim ve metânetle ilerleyecekti. Ne çare ki böyle yapılamadı. Bir taraftan evlat vatandan mühim bir kısmının yosunlu yuvalarda, küflü hurâfelerle sill-i dimağıya uğramalarına; daha belalısı; bu maraz-ı mühlikin, memleketin en hücrâ köylerine kadar götürülürken diğer taraftan da, zengin evlatlarının ecnebi inlerinde, milliyetlerini, dinlerini unutturacak ve belki muhkir gösterecek bir terbiye almalarına musâmehe gösteriliyordu. Bugünkü nesil yanlış ve taklidi Tanzimatçılığın kurbanıdır, bundan şüphe yok! Fakat bu hakikat tamamıyla anlaşılarak herkese intibâh geldi mi? işte burası şüpheli çünkü Tanzimatçılığın tarihçe-i zuhûr ve rağbeti ve bugünkü cerayan göz önüne getirilince insan kendi kendine şu muhik suali îrâd mecburiyetinden kurtulamıyor. Acaba Tanzimatçılık iflâs etti mi? yoksa daha ziyade rağbet mi kazandı?..

M. Şemsettin

 

 

Metnin PDF’si:

Tanzimatçılık iflas etti mi

 

 

LATİN ALFABESİNE AKTARAN:

MUSTAFA ÇAĞLAR & EROL TURUNÇ

 

KAYNAKÇA

http://ktp.isam.org.tr/?url=makaleosm/findrecords.php

(İSAM tarafından halka açılan “Osmanlıca Makaleler VT” den metnin PDF’si temin edilmiştir.)

Yorum Yaz