İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Hayatı tarihin kendisi. Yaşadığı ömür modern Türkiye’nin tarihinden daha uzun. O yüzden kendisi için söylenen “tarihçilerin kutbu” sıfatı ne kadar da doğru.
Tarih, sadece bir milletin/devletin geçmişi demek değildir elbette. Tarih sadece geleceğe bir rehber olmak da değildir. Aslında tarihin ne olduğundan ziyade ne olmadığını anlıyorum Halil Hoca’nın tam bir asırlık hayatından.
Hem Türkiye’de hem de dünyada yaşanan tarihi olayları/gelişmeleri bizzat yaşamış ve takip etmiş. Hayatının kendisi, Türkiye’nin ve dünyanın son bir asırlık tarihine ışık tutuyor.
İstanbul’un işgalinden halifeliğin kaldırılmasına, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla şekillenen modern Türkiye’nin doğuşundan, Adnan Menderes dönemine, 1929 küresel Büyük Buhrandan İkinci Dünya Savaşı’na kadar birçok tarihi olayı yaşamış ve değerlendirmiş. Zaten Halil Hoca’nın en büyük özelliği tarihi yaşayarak yazması değil midir? Hayatında beni en çok etkileyen meselelerden birisi Türk Tarih Kurumu üyeliğine seçildikten sonra, kendisinden “Avrupa Tarihi” yazılması istenince, bunun üzerine yaklaşık 1,5 yıl İngiltere’de yaşamış olmasıdır. Burada geçirdiği süre Avrupa’ya dair sosyal, kültürel, ekonomik, eğitim ve daha birçok alanı anlamaya, objektif bir tarih yazmaya çalışmasından kaynaklanıyor. Sadece arşivleri ve kütüphaneleri değil, müzeleri, parkları, kiliseleri Avrupalı yaşamına dair bütün alanları gezmeye, orada yaşamaya çalışıyor. Nitekim öyle de yapıyor. Hoca İngiltere’de kaldığı sürede İngiltere’nin yakın tarihine ilişkin önemli gelişmeleri de yakından gözlemlemiş. Örneğin Churchill’in seçimleri kaybetmesi ve İşçi Partisi’nin iktidara gelmesini takip etmiş. Bu dönemde parlamentoda Churchill’i görmüş ve onu tasvir etmiş. Hoca Türkiye’ye döndüğünde bir eser olarak ‘Avrupa Tarihi’ yazamasa da, Avrupa Tarihi dersleri veriyor.
Bir tarihçi arşiv veya kütüphanelerde masa başında da çalışabilir, tarihin izini böyle de sürebilir, bu durum yadırganmayabilir de. Zira mesele tarihçinin tarihi vesikaları incelemesi/neşretmesidir. Hocanın tarihçiliği ise sadece masa başından epeyce uzaktır. Yeri geldiğinde tarih yazmak için İngiltere’de aylarca kalmış, yeri geldiğinde Bursa sicillerinin tozları içinde günler geçirmiştir. İngiltere tecrübesi hocaya büyük bir etkide bulunmuştur. Zira ilk defa yurtdışı tecrübesi yaşamış ve bu onun hayatının geri kalanında oldukça etkili olmuştur.
Bernard Lewis ile yakın dostluğu var. Hem yaşıt olmaları (1916 doğumlu) hem de tarihe bakış perspektiflerinin benzer olması bu dostluğu pekiştirmiş. ‘Ben milliyetçi tarihçi’ değilim diyor hoca. ‘Ben sosyal-ekonomik tarihçiyim’ diyor. Yani devletlerin tarihini değil, halkların tarihini yazıyor. Sosyal tarihçiliğini şöyle açıklıyor: “Tarihe yeni bir bakış; kitlenin, halkın tarihi yapmak… Benim tarih felsefemi tarif etmek gerekirse budur. Ben ulemayı tasvir ederken, medreseleri, ulemanın din görüşünü değil, ulema sınıfı içinde sosyal çatışmayı araştırıyorum.”
Nitekim doktora tezi de bu yönde şekilleniyor. Osmanlı’nın Balkanlar’da ağaları/burjuvaziyi koruması ile yerli köylülerin ayaklanmasını konu ediniyor. Ağalar ile köylüler arasındaki toprağa sahip olma mücadelesini ‘sosyal tarihçi’ olarak ele alıyor.
Türkiye’de ise Halil İnalcık milliyetçi duygularla daha çok sevilir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun klasik çağına tuttuğu ışık Türkiye’de en çok okunan eserlerindendir. Hoca Osmanlı tarihini yazarken milliyetçi duygularla değil, tarihi vesikalarla/gerçeklerle yazdığını söylüyor. Ancak bu durumda bile yurtdışında milliyetçilik ile itham edilmekten kaçınamıyor. Örneğin, ABD’de yaygın olarak ‘Osmanlı, Orta Asya’dan göceden göçebe bir millet olarak meydana gelmiş, kültür ve medeniyet geçmişi yoktur’ çarpık tezine karşı çıkmıştır. Bu teze karşı Anadolu’da Osmanlı’dan önce Türk devletlerinin / beyliklerinin olduğunu ve Osmanlı’nın Selçuklu medeniyet mirası üzerine kurulduğunu tarihi vesikalarla savunmuştur. Hoca bu savunmasının da ‘milliyetçi’ olarak görüldüğünü ancak bunların ‘milliyetçi’ değil, tarihi gerçek olduğuna dikkat çekiyor.
Hocanın milliyetçi tarihçi olmadığının en iyi kanıtı belki de eserlerinin birçok dünya diline çevrilmiş olmasıdır. Yakın dönemde Osmanlı’yı emperyal bir güç olarak gören Arap coğrafyasında bile, Halil Hoca’nın eserleri Arapçaya çevrilmiş ve kabul görmüştür. Yine Balkan coğrafyasında Avrupa’nın da kışkırtmasıyla Osmanlı karşıtlığı yaygın olsa da Hocanın eserleri Balkanlarda geniş yer bulmuştur. Eserler tarihi gerçeklerden yazılınca her millet kendinden bir şey buluyor.
İşte burada hocanın en büyük özelliği karşımıza çıkıyor. Kendi tarihi kaynaklarını kendisi üretiyor. Yakılmak üzereyken bir işçinin evine sakladığı Bursa sicillerini/kadı defterlerini keşfediyor ve tarihin tozlu sayfalarında yeni bir yolculuğa çıkıyor. O dönemin yaşantısına dair her şey var bu sicillerde. İdari ilişkilerden sosyal sınıflara, mahkeme tutanaklarından esnaf gruplarına. Hoca için eşsiz bir kaynak. Bu tozlu, kendi kaderine terk edilmiş tarihi yeniden keşfediyor. Hem kendisi bu kaynaklardan besleniyor hem de bu kaynakları Türk arşivine armağan etmiş oluyor. Bursa sicillerinden yazdığı ilkyazı Fatih dönemine ait oluyor. Aslında bir nevi Halil İnalcık, Fatih ile dostluk kuruyor.
Hoca sadece bir tarihçi değil, aynı zamanda edebiyatçı, hukukçu, siyaset bilimci. Meselelerin sadece geçmişine takılmıyor, yaşadığı coğrafyadan habersiz değil. Türkiye’nin mevcut iç ve dış meseleleriyle de ilgileniyor. Kürt meselesi için Güneydoğu’yu adım adım geziyor. Bir sosyolog edasıyla meseleyi enine boyuna ölçüyor, Kürt halkını tanımaya çalışıyor. Ve hükümete “‘Güneydoğu Enstitüsü’ kurun, tarihini araştırın. Kürtlerin dilini, kültürünü, yaşamını anlamaya çalışın” diyor. Ancak başka sebeplerle kurulmuyor böyle bir enstitü. Aslında o günden, bugüne baktığımızda hocanın hakikaten bir ‘sosyal tarihçi’ olduğunu görebiliyoruz. Zira birçok ülkede ‘Kürdoloji’ enstitüleri ve bu halk üzerine araştırma merkezleri kurulmuş. Ancak Kürtlerin büyük kısmı Türkiye’de yaşamasına rağmen, Halil hocanın Kürt meselesine dair hükümete sunduğu rapor göz ardı ediliyor.
Halil hoca devletin hantal yapısını / aşırı bürokratik yapıyı tenkit ediyor. Devlet yönetiminde kurumların birlik olmasının esas olduğunu belirterek şöyle der: “Devlet, otorite birliği demektir. Bir yol yapılır, elektrik idaresi gelir kazar, ondan sonra su idaresi gelir, yeniden kazar. Plân, koordinasyon diye bir şey yok.”
Türkiye’nin yakın coğrafyasına dair uluslararası ilişkiler uzmanı gibi analiz yapması da hocanın başka bir yönüdür. ABD’nin Ortadoğu politikası, Sovyetler/Rusya’nın Orta Asya’daki politikaları ile Türkiye’nin bu bölgelerdeki tutumunu değerlendirir. Bu coğrafyaların tarihine vakıf olmakla bugün bu coğrafya üzerine konuşmak ne kadar da değerli…
Kürt Meselesinin yanı sıra, Yunanistan ile yaşanan sorunlar, Kıbrıs meselesi, Ermeni meselesi gibi Türkiye’yi uluslararası alanda zorlayan meseleleri de tarihin ışığıyla yorumluyor. Türkiye 1959’da AB/AET’ye başvurmuştur ama Halil İnalcık Hoca öncesinden AB/AET’ye ilişkin incelemelerde bulunuyor, hükümet için rapor hazırlıyor. Hatta Kıbrıs meselesini yerinde incelemek için Kıbrıs’a gidiyor. Burada yeni keşfettiği 56 mahkeme defteri/sicil ile bir ‘Kıbrıs Tarihi’ yazıyor. Yazdığı tarih, öznel değerlendirmeden uzak, milliyetçi yorum ve duygulardan arınmış. Tarihi, belgeleriyle, vesikalarıyla yazıyor.
‘Tarihçilerin kutbu’ olarak tarihçilere bıraktığı en önemli miras, kendi tarihi perspektifi -objektifliği- ve işlenmek üzere ortaya çıkardığı hammaddelerdir-tarihi belgeler-.
Tarihi abide olan Merhum Halil İnalcık Hoca’yı hayattayken yüz yüze görmemiş olmanın talihsizliğini bir tarafa bırakırsak, kendisini tanımanın ve okumaya gayret etmenin tadı da bir başka. Halil Hoca’yı şükranla anıyorum.
Nasrettin GÜNEŞ
Yorum Yaz