İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Türkiye’de modernleşmenin etkisiyle gerçekleşen toplumsal değişim, birçok akademisyen tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Farklı kuramlar yardımıyla açıklanmaya çalışılan bu olgu üzerine görüş ihtilafları olmuştur. Sosyoloji literatüründe kültürel etkileşim, kültür değişmeleri bağlamında Mümtaz Turhan, değişim hızı bağlamında Mübeccel Kıray gibi birçok isim bu meseleyi çözüme kavuşturmaya çalışmıştır. Bunların yanında Şerif Mardin, Türkiye’nin siyasi/sosyal dönüşümünü merkez-çevre ilişkisi bağlamında açıklamaya çalışmıştır.
Makalelerinin derlendiği ‘’Türkiye’de Toplum ve Siyaset’’ adlı kitapta yer alan ‘’Türk Siyasasını Açıklayabilecek Bir Anahtar: Merkez-Çevre İlişkileri’’ bölümünde Şerif Mardin, merkez-çevre kavramsallaştırmasıyla toplumsal yapıda sosyal gruplar arasındaki kopukluğu açıklayan bir çerçeve sunar. Çözümlemelerinde siyasi tarihten ve dinler tarihinden istifade edildiği görülür. Osmanlı yönetimindeki patrimonyal düzene ve yönetimin toplum üzerindeki despotik etkisine vurgu yapan Mardin, saray ile teba arasında kopukluk olduğunu ifade eder. Bu kopukluğun esas nedeni, iki tabakayı uzlaştıracak ara tabakanın olmamasıdır. Avrupa, bu hususta Anadolu’dan farklılık arz eder. Avrupa’daki burjuvazi sınıfının varlığı, bahsedilen iki katman arasındaki gerilimi önlemiştir. Modernleşme sürecinde Anadolu’da bu ara katman oluşturulmaya çalışılmışsa da, eski toplumsal yapının aktörleri bu gelişmeyi engellemeye çalışmıştır. Bölüm boyunca sürdürülen iddia, Türkiye’de toplumsal değişimin ancak çevrenin merkeze karşı gerçekleştirdiği değişimci taleplerle gerçekleşebileceğidir.
‘’Geleneksel Sistem’’ başlığı altında, yaşanan merkez-çevre kopukluğu sorununun temelleri Osmanlı’nın geleneksel siyasi, sosyal ve ekonomik yapıları üzerinde incelenmiştir. Günümüz Türkiye’sinin ve Osmanlı’nın toplumunun anlaşılması için Anadolu’nun incelenmesi gerektiğinin altını çizen Mardin, kentlilik ile göçebelik arasındaki çekişmeyi bu anlayış ile mercek altına almıştır. Merkez, taşraya ve taşranın zamanla sivrilen nüfuzlu ailelerine, cemaatlerine karşı kuşkulu davranmıştır. Göçebeliğin beraberinde getirdiği kültürel, dini çeşitlilik; toplumsal parçalanmışlığa neden olmuştur. Bu bölük pörçük toplum yapısı karşısında sosyal bütünleşmeyi sağlamakta güçlük çeken merkez, merkeziyetçi geleneğe sahip olsa da yerelci bir anlayışla, uzlaşı yoluyla bu çevrelerle gevşek bir bağ oluşturmayı tercih etmiştir.
Merkez ile çevre arasındaki gerilimin sebeplerini birden fazla alanda sorgulayabiliriz. İlk olarak yönetim alanındaki çatışmaları ele alacak olursak, dikkatimizi çekecek ilk mesele, devletin yönetim kademelerine devşirme gayrimüslim tebaanın getirilmesi olacaktır. Bu durum, özgür doğmuş Müslüman halkın tepkisini çekmiştir. ‘’Kul’’ statüsünde olan, liyakat gözetilerek seçilmiş devşirme bireylerin karşısında bu görevlerden mahrum bırakılan Müslüman halk, çevre kapsamında büyük bir tepki oluşturmuştur.
Ekonomik alanda ise, vergi yükümlülüğünden azade olan resmi görevlilerin; taşra karşısında daha yüksek bir imtiyaza ve imkana sahip olması, ekonomiyi denetim altına alma iddiası, devlet adına piyasaya getirdiği sınırlamalar merkez-çevre ilişkisindeki sorunların bir diğer sebebidir.
Merkezin denetim iddiasının temel dayanağı ise onun çevre karşısındaki kültürel üstünlük durumudur. Kültür olgusu, çevrede ayrışıklık, merkezde ise düzenlilik şeklinde kendisini göstermiştir. Kültürün temeli olan eğitim hususunda, toplumun iki katmanını şu şekilde karşılaştırabiliriz: Çevre, merkez karşısında kendini gerçekleştirme gayretinde olmuştur.
Ancak çevre, merkezin eğitim kurumlarından yalnız biri olan dini eğitim kurumlarından yararlanabiliyordu. Böylece çevre, farklı dinlerin, kültürlerin, yorumların etkilediği dini kurumlar yoluyla merkez karşısında farklı karşı-kültürler geliştirmiştir. Ayrıca çevre, merkez karşısında ikincil bir statüye sahip olduğunun farkında olup, onu kültürel anlamda taklit etme yoluna başvurmuştur.
Tımar ve zeamet sistemi, üretimin denetlenmesi ve toprakların merkez ile ilişkisinin sürekliliğini koruması bakımından merkeziyetçiliği sağlıyordu. Bu sistemin ayrıca etnik bütünleştirici bir mekanizma olduğunu belirtebiliriz. Osmanlı resmi görevlileri, imparatorluk gerilemeye başlayınca kendi halkına zarar veren kimseler durumuna geldiler. Görülen despotizm, kopukluğu sürdüren mahiyette olmuştur. Halkın güvenini kazanan yerel eşraf böyle bir durumda, devlet gibi köylüyü sömürme potansiyeline sahip olsa da sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaya çalışmıştır. Halka karşı asgari hizmetlerini yerine getirmenin kendi çıkarlarına uygun olacağını düşünerek devlet ile ılımlı ilişkiler sürdürmüştür.
Ancak, çevrenin merkeze yabancılaşması türlü sorunlara neden olmuştur. Mardin, örnek olarak Patrona Halil İsyanı’nı göstermiştir. İsyan, yalnızca kendisine münhasır olmaktan öte, diğer çatışma vakalarının da belirgin bir başlangıcı olma özelliğine sahip olmuştur.
‘’19. Yüzyılda Osmanlı Modernleşmesi’’ bölümünde Osmanlı’nın modern düzene entegre olmasını hedefleyen reformcuların , ulus-devlet modelini esas alınarak devlet kurma girişimlerine yer verilmiştir. Farklı grupların yeni devlet formuna entegre edilmesinin iç ve dış dinamiklerini okuyucuya sunan Mardin, karşılaşılan zorlukları ve gerçekleşen olayların esas nedenlerini bu bölümde belirtmiştir. 2. Abdülhamid’in, Jön Türklerin(1908-1918) ve Mustafa Kemal’in farklılaşan ittihat hedefleri belirtilmiştir.
‘’19. Yüzyılda Toplumsal Kopukluklar’’ bölümünde ise 19. ve 20. yüzyılda gerçekleşen Anadolu’nun toplumsal yapısındaki gelişmelerden bahsedilmiştir. Merkezin çevreye yakınlaşma çabaları reformlar yoluyla bu yüzyıllarda sürdürülmüştür. Eşraf, alt sınıflar ve resmi görevliler arasında bir tampon görevi görmeye devam etmiştir. Bürokraside iş karşılığı ödüllendirme yerine hiyerarşik düzen esasları uygulanmaya başlanmıştır.
Kemalist rejimin hüküm sürdüğü dönemde Kemalist merkez ile taşra arasındaki çatışmanın ana unsuru din olmuştur. Çok partili hayata geçiş sürecinde karşımıza çıkan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, dinsel gericilik yapmak ile itham edilerek merkez tarafından karşı konumlandırılmıştır. Fırka, merkezin aksine çevre ile konumlanmıştır. Kürt Sorunu ve Menemen Olayı ile irtibatlandırılan parti, ‘’Cumhuriyet’in temel ilkelerine hıyanet’’ suçu gerekçesiyle kapatılmıştır.
Atatürk döneminde ulus ve kimlik inşası için birtakım çalışmalar yürütülmüştür. Yeni bir ulusun inşasında, onu oluşturacak parçaların önemli olduğuna yönelik düşünce ile, özellikle dil, tarih ve kültür alanında köklü yeniliklere öncülük edilmiştir. Yapılan yenilikler, kalıcılığın sağlanması amacıyla çevre üzerinde tatbik edilmeye çalışılmıştır. Atatürk sonrası dönemde ise, çevrenin muhalefet oluşturma potansiyeline karşı, merkez tedbirli davranmıştır. 1946 yılına kadar sürdürülen politikanın amacı, çevreye karşı partinin güçlendirilmek istenmesidir. Parti halkçı söylemlerde bulunsa da, merkezci özelliğinden ayrılıp, köylüye hitap edememiştir. Bu anlamda Halk Fırkası’nın, köylüleri harekete geçirecek etkili bir kurama sahip olamadığı yazar tarafından vurgulanmıştır.
Türkiye’nin gerçek anlamda çok partili siyasal düzene geçişinin önemli bir örneği olan Demokrat Parti, merkeze karşı konumlanmış olan çevrenin ideoloji yoluyla örgütlenmesini sağlamıştır. Tek parti döneminin baskıcı etkisini uzun yıllar yaşamış olan halk, bu entegrasyonu kolayca sağlamıştır. Şerif Mardin, makalesinde DP’nin 46 ve 50 seçimlerinde aldığı desteğin nedenlerini sorgulamıştır. Mardin’e göre, savaş sonrasında tarımsal üretimin zorunlu sürdürülmesi ve artan tarımsal verim sonucu refah seviyesi artmış olan zengin köyler, bütünleşmenin sağlanmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca bir başka açıdan değerlendirmesini zenginleştirmek isteyen Mardin’in Behice Boran’dan yaptığı alıntıya göre DP, İslamiyet’i ve kırsal değerleri yasallaştırmıştır. DP’nin seçim kampanyaları kırsal bölgelere özgüven aşılamış onun kimliğini meşrulaştırmıştır.[1]
1960 Darbesi ile DP’nin hedeflerinin zor yoluyla bastırılması, merkez ile çevre arasındaki tansiyonun sürdüğüne yönelik düşünceye sevk etmiştir. Ortaya atılan yönetmelikler ve programlar, bürokrat denetimi; var olan kutuplaşmayı sürdürmüştür.
Son olarak yazar, sorduğu sorular okuyucuyu düşünmeye yöneltmiş olup, beraberinde Türkiye’nin geleceğine ilişkin öngörülerini son paragrafta paylaşmıştır. Olası bütünleşmenin ihtimalini belirtmiş ve kurumların yine ‘’geleneksel’’ kültürün etkilerini taşıyacağını vurgulamıştır.
Furkan EMİROĞLU
[1] Mardin, Şerif, ‘’Türkiye’de Toplum ve Siyaset’’, İstanbul: İletişim Yayınları, 2010, s.72.
Yorum Yaz