İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Türkiye’de sosyal grupların katılımıyla toplum kendiliğinden çoğulcu bir nitelik kazanmış ancak bu çoğulculuk hiçbir dönemde tüm toplumu kucaklayıcı nitelikte olmamıştır.
Henüz 1939’da okunan Tanzimat Fermanı ile Batılılaşmanın ilk adımları atılmış ve bununla birlikte birtakım aydın kimseler devlet yönetiminde daha fazla söz almak istemiştir. Devlet işlerinde bozulan düzeni yeniden ihya etmek ve Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik akımının olumsuz etkilerini azaltmak için ilan edilen Gülhane-i Hattı Hümayun’un yanı sıra, 1. ve 2. Meşrutiyet de ilan edilmiştir. Bu dönemlerin her biri Osmanlı Devleti’nin ‘Düşünce Hayatı’nı bütünüyle etkilemiş ve milliyetçilik ile beraber yeni fikirler cereyan etmiştir.
1939 Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’nde Batılılaşma fikri oldukça güçlenmiş ve Tanzimat Reformlarını da Batı etkisinde yetişen bürokrat-aydınlar sınıfı yönetmiştir. Bu ferman başlı başına bir Anayasa niteliği taşımıyordu ancak Ferman’da, kanun hakimiyetini öngören hükümler birer anayasa niteliğindedir. Özellikle Osmanlı Devleti içinde bulunan azınlıklara yeterli değerin verilmemesi ve bunu bahane eden Batı’nın Osmanlı içişlerine müdahil olması bu fermanın siyasi sonucunu teşkil eder.
Tanzimat Fermanı ile başka bir boyuta ulaşan ‘Düşünece Hayatı’ bazı grupların ortaya çıkmasını sağladı. 1860’larda bir aydın hareketi olarak ortaya çıkan Genç Osmanlılar hareketi de böyle bir ortamda ortaya çıkmıştır. Namık Kemal ve Ziya Gökalp gibi aydınlar, Avrupa ülkelerindeki anayasal monarşi sisteminden oldukça etkilenmişler ve bu yönetim biçimini Osmanlı Devleti’nde uygulamak istemişlerdir. Şüphesiz bu düşüncelerin ortaya çıkmasının altında yatan yegane sebep Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu acizliktir. 1850’lerden itibaren dış borç alınmaya başlanmış ve 1879’lere gelindiğinde devlet hem ekonomik hem de siyasal bunalıma sürüklenmiştir. Bu bunalım sırasında, Mithat Paşa ve arkadaşları 30 Mayıs 1876’da Abdülaziz’i tahttan indirerek yerine ince ruhlu V. Murad’ı geçirdiler. V. Murad ince ruhlu bir padişah olarak aydınların istediklerini yerine getirebilecek bir Padişahtı ancak kısa süre sonra tahttan indirildi. Tahttan indirilmesinin sebebi basiretsizliği olmuştur.
V. Murad’ın yerine, Abdülhamid meşrutiyeti ilan edeceği sözünü vererek tahta oturdu. Abdülhamid tahta oturduğunda siyasi ve askeri durum Osmanlı Devleti için pek parlak değildi. Zira Balkanlar’da ayaklanmalar başlamış; Rusya, Osmanlı Devleti’ne bir ültimatom vermişti.
Abdülhamid tüm bu siyasi gelişmeler içinde bir şeyler yapmak istiyordu. Osmanlı Devleti’nin içine düştüğü acizlik günden güne artmış vaziyette idi. 2. Abdülhamid siyasi bir manevrayla 1876 ‘da Kanun-i Esasi’yi ilan etti. Böylece Abdülhamid meşruti yönetime geçerek devleti içinde bulunduğu acizlikten kurtarmak istiyordu.
Bu anayasa ile yürütme yetkisini bütünüyle elinde tutan Padişah, Sadrazam ve Vekilleri (Bakanlar) istediği gibi atayıp görevden alabiliyordu. Ayrıca istediğinde meclisi feshetme yetkisine de sahipti. Tüm bunlara rağmen devlet içinde aydın bürokrat kesim meşrutiyet yönetimine geçilmesini olumlu karşılamıştır.
Kanun-i Esasi uyarınca iki farklı meclis de kurulmuştur. Meclis-i Mebusan üyeleri seçimle belirlenmiş, Ayan meclisi üyeleri de atama yoluyla belirlenmiştir. İki meclisin oluşturduğu Parlemantoya da Meclis-i Umumi denmiştir.
Birinci Meşrutiyet ile Siyasi Çöküşün durdurulamayacağını anlayan 2. Abdülhamid 1877-78 Osmanlı- Rus savaşını bahane ederek Meclis-i Mebusan’ı kapatmıştır. Abdülhamid bu hamlesiyle aydın-bürokrat kesiminin yanı sıra ordu içerisinde birtakım askerlerin de düşmanlığını kazanmıştır.
Osmanlı Anayasası (İkinci Meşrutiyet), 23 Temmuz 1908’ de yeniden ilan edilmiştir. Bu dönemde Türkiye birçok yeni olguyla tanışmıştır. Parlamenter demokrasi, siyasi parti ve darbe bu olguların başlıcalarıdır. Bu döneme damgasını vuran İttihat ve Terakki Partisi yapılan seçimleri kazanmış ve kendi ideolojisini dönemin Osmanlı coğrafyasına yaymak için uğraşmıştır. İttihatçılar milliyetçiliği kendilerine esas edinmiş ve bu ideolojilerini ayakta tutmaya çalışmışlardı.
O dönemde ilan edilen anayasaların ortak özelliği, yabancı devletleri hoşnut etme ve gayrimüslim kesimi de devletle birleştirme gayesidir. O dönemde tüm toplumu kucaklayıcı bir sitemin olmaması, şüphesiz Osmanlı Devleti’ni daha uzun ömürlü kılamamıştır. 1909 Anayasası diğerlerinin aksine yeni bir sistem kurmuş ancak uzun ömürlü olmamıştır. Bu anayasa ile Padişah tahta çıktığında vatanı ve milletin halklarını koruyacağına yemin edecekti. Ayrıca Meclis Padişah’ın izni olmaksızın kanun çıkarma yetkisini de kazanmıştır.
Türkiye yukarıda da belirtildiği gibi her dönem kendiliğinden çoğulcu bir nitelik kazanmıştır. Yöneticilere düşen ise bu çoğunluğu anayasal bir meşruti düzene yansıtmak olmuşsa da bu başarılı olmamıştır. Anayasaların (1876-1909) toplumu kucaklayacak nitelikte olması gerekirken, batı olduğu gibi kopya edilmeye çalışılmıştır. Dış görünüş itibariyle Batı’ya benzeme fikri esas düşünce haline gelmiştir. Nitekim bu halkın kılık kıyafetlerinde, Askeriyede ve diğer devlet kurumlarında meydana gelen değişikliklerle kendini göstermiştir. Böyle bir anlayış da toplum nezdinde çöküşü durdurmak bir yana, daha da hızlandırmıştır.
Nurullah ÇİMEN
Yorum Yaz