İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
İstanbul Medeniyet Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Berdal ARAL kitabı “BİTMEYEN İHANET: Emperyalizmin Gölgesinde Filistin Sorunu ve Uluslararası Hukuk” ile ilimvemedeniyet.com sitesine konuk oldu.
PROF. DR. BERDAL ARAL KİMDİR?
1994 yılında “Turkey and International Society from a Critical Legal Perspective” (Eleştirel Hukuk Açısından Türkiye ve Uluslararası Toplum) başlıklı çalışmasıyla Glasgow Üniversitesinde doktorasını tamamlayan Prof. Dr. Berdal Aral’ın, hem verdiği dersler, hem de yaptığı çalışmalar özellikle uluslararası hukuk ve insan hakları alanında yoğunlaşmıştır. Kendisinin Türkçe olarak kaleme aldığı dört kitap çalışması vardır: “Uluslararası Hukukta Meşru Müdafaa Hakkı” (1999), “Üçüncü Kuşak İnsan Hakları Olarak Kolektif Haklar” (2010), ve “Küresel Güvenlikten Küresel Tahakküme: BM Güvenlik Sistemi ve İslam Dünyası” (2016), “Bitmeyen İhanet: Emperyalizmin Gölgesinde Filistin Sorunu ve Uluslararası Hukuk” (2020). Ayrıca, Türkçe ve İngilizce olarak hem yukarıda sözü edilen konularda, hem de Türkiye’nin dış politikası alanında yayınlanmış makaleleri vardır.
Söyleşiye kitabınızın başlığı ile başlamak istiyoruz: BİTMEYEN İHANET: Emperyalizmin Gölgesinde Filistin Sorunu ve Uluslararası Hukuk.
“Filistin Sorunu” denilince, sanki o bölgede Filistinliler bir sorunmuş gibi bir algı canlanıyor zihnimizde. Fakat gördüğümüz üzere orada Filistin sorunundan ziyade bir “İsrail Sorunu” var. Aslında kitabın içerisinde siz bu konuyu “İsrail Sorunu” olarak da ele almışsınız. Burada bir isimlendirme problemi karşımıza çıkıyor. Bununla ilgili neler söylemek istersiniz?
Kitabın başlığına Filistin sorunu kavramını kullanmak zorunda kaldık. Çünkü bu mesele literatürde Filistin sorunu olarak biliniyor. “İsrail sorunu” deseydim muhtemelen meselenin Filistin odaklı ele alındığı muallakta kalabilirdi. Çünkü benim asıl ele almak istediğim mesele; Filistinlilerin kendi topraklarından atılması, geçmişten bugüne yaşadıkları topraklarda başka bir devletin kurulması süreci, Filistinlilere karşı yapılan saldırılar, mülteci meseleleri ve insanlık suçları. İster istemez de bu kavramı kullanmak zorundaydım. Fakat sizin de müşahede ettiğiniz gibi kitapta “İsrail sorunu” kavramı da zaman zaman kullanılıyor. Ayrıca “Filistin sorunu” terimini de alışılmışın dışında kullandım. Akademinin bu meseleye yaklaşımı konusunda benim çok ciddi eleştirilerim var. Meselenin bağlamı İngiliz idaresindeki Filistin mandası olarak görülmelidir. Filistin mandasında ortaya çıkan siyasi yapı sonucu İsrail Devleti kurulmuştur. Bu bağlamda Filistin halkının self determinasyon hakkı çerçevesinde devlet kurması gerektiğini söylüyorum. Benim ele aldığım topraklar sadece 1967’de işgal edilen topraklar değil. Ben Filistin meselesinin günümüze kadarki sürecini bütüncül olarak inceledim. Orada Siyonist hareketin ortaya çıkış süreci, devletleşmesi ve topraklarını genişletmesine baktığımız zaman tüm bu süreçlerin yasadışı olduğunu söylüyorum. Dolayısıyla burada Filistin sorunu kavramını kullanma hakkını da kendimde görüyorum.
“FİLİSTİN SORUNU ÇÖZÜLSE BİLE, İSRAİL SORUNU DEVAM EDECEKTİR”
Fakat şunu da söylememiz gerekiyor. Bu noktada Filistin sorunu çözülürse, yani 1967 sınırlarında bir Filistin devleti kurulursa, yine İsrail sorununun devam edeceğini düşünüyorum. İsrail sorunu 1967 sınırlarında kurulacak bir devletle beraber bitecek bir mesele değildir. Aynı zamanda İsrail sorunu, İsrail vatandaşı olup sistematik ırk ayrımcılığına uğrayan Filistinliler sorunudur. Bu sorun, Filistinli mültecilerle, insanlık ve savaş suçlarının işlenmesiyle, sınırları olmayan, sömürgeci bir devlet olarak ortaya çıkıp hâlâ böyle devam etmesiyle; yasadışı yerleşmeyle, uluslararası hukuku yok sayan ve istediği devlete istediği şekilde operasyon yapma hakkını ele bulundurduğunu zanneden ve devlet terörünü başkası üzerinde uygulama hakkını kendinde gören bir yapıyla ilgili bir meseledir. Filistin sorunu çözülürse (böyle bir şey mümkün değil ama diyelim ki) yani 1967 sınırlarında bir devlet kurulursa İsrail sorunu devam edecektir. Bu sorunun çözümü için manda yönetimi altındaki Filistin’de self determinasyon hakkına dayanan bir Filistin’in ortaya çıkması gerektiğini savunuyorum. Sonuç olarak Filistin sorunu çözülse bile, İsrail sorunu devam edecektir.
“SİYONİST HAREKETİN MASUM BİR ULUSAL HAREKET OLMA DERDİ YOKTU”
Asıl sorun İsrail’dir. Siyonistlerin Filistinlilerle temasa başladıkları zaman hiçbir şekilde kaynaşmak gibi bir düşünceleri yoktu. Kendilerini diğerlerinden üstün ve Tanrı’nın seçtiği bir millet olarak gören, ırkçı üstünlük iddiası olan, oryantalist zihniyetli, bölgede her türlü icraat yapma hakkını elinde bulundurduğunu zanneden ve 19. yy. aydınlanmacı fikrinden tevarüs eden bir kitleden bahsediyoruz. Dolayısıyla oraya sömürgeci olarak gittiler. Yani bunların amacı masum bir ulusal hareket değildi. Böyle bir şey de hiçbir zaman olmadı. Baştan itibaren orada etnik temizlik yapmayı planlamışlardı. Çünkü Filistinlilerle ve genel olarak Araplarla beraber yaşamak gibi bir niyetleri yoktu.
Şunu da söyleyeyim, BM Genel Kurulu’nun 181 sayılı taksim kararına başta Siyonistler de karşı çıktı. Karar aslında onların çok menfaatine olmasına rağmen Siyonistlerin çoğu bu karara karşı çıktılar. Niye karşı çıktılar? Dediler ki “Burası bize Tanrı’nın vadettiği topraklardır. Niye burayı Araplarla paylaşalım?” Tabii bir süre sonra pragmatizm adına, Amerika ile de istişareler yaparak “Zaten Araplar bunu reddedecek” diye düşünerek bu planı kabul eder gibi görünmüşlerdir. Zaten daha sonrasında tedrici olarak Araplara tahsis edilen % 43’lük bölgenin de yarısını ele geçirmişlerdir. Geriye kalanı da 1967 savaşında yutmuşlardır. Aslında 1967’den sonra ortada Filistin diye bir şey kalmamıştır.
Yine başlıktan devam edeceksek olursak, kitabınızın başlığında öne çıkan diğer bir ifade “Bitmeyen İhanet”. Bu meselede kimin kime ihanet ettiğini düşünüyorsunuz?
Filistin’e ihanet edenler kimdir? Birinci olarak İngiltere’nin ihanetinden bahsetmek gerekiyor. Çünkü manda rejiminin kurulması ve Balfour Deklarasyonunda Yahudiler için Filistin topraklarında bir yurt vaad edilmesi tek kelimeyle ihanettir. İngiltere’nin yaptığı, Filistin’de üçüncü bir devlet olarak kendine ait olmayan toprakları üçüncü bir halka peşkeş çekmesidir. Bu hiçbir mantığa uymadığı gibi, ne hukuk ne de ahlak yönüyle kabul edilebilecek bir şey değildir.
“İLK İHANET İNGİLTERE’NİN BALFOUR DEKLARASYONU’DUR”
Filistin’de hukuki olarak 1922’de manda rejimi kuruluyor. 1917-1922 arasında İngiltere orada muharip işgalci statüsünde(askeri yönetim) olarak bulunuyordu. Daha sonrasında 1922’de Milletler Cemiyeti’nin de onayıyla 1948’e kadar devam edecek bir manda rejimi kurulmuştur. Dolayısıyla Balfour Deklarasyonu manda yönetimi altında açıkça İngiltere’nin Yahudilerin oraya göçünü temin etmesi ve orada Yahudilere her türlü imtiyazları vermesi, ihanetler silsilesinin ilk aşamasını teşkil ediyor.
“TAKSİM KARARI İKİNCİ İHANETTİR”
İkinci ihanet olarak BM Genel Kurulu’nun kararını görebiliriz. 1947’deki taksim kararı aslında bir ihanet kararıdır. Çünkü 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurul’u 181 sayılı kararı almıştır. Bu kararda halkın 3’te 2’si Filistinli Arap olmasına rağmen toprakların % 56,5’ini Yahudilere tahsis etmiştir. Bu da Filistin halkına yönelik ikinci ihanettir.
“ARAP DEVLETLER FİLİSTİN’E İHANET ETMİŞTİR”
Üçüncü ihanet 1948-1949 savaşıdır. Burada Filistinlilere yönelik Arap dünyasının ihanetinden bahsetmek gerekiyor. Çünkü Arap dünyası kendi içinde bölünmüş, koordineli bir şekilde davranmamış ve genellikle birbirleriyle ihtiras içinde olmuşlardır. Gönderdikleri askerler de genelde iyi yetişmiş ve iyi bir askeri donanıma sahip değildir. Bu devletler genelde kendi halklarının baskılarından dolayı oraya asker göndermek zorunda kalmışlardır. Bu da Filistin davasına üçüncü bir ihanettir. Zaten savaşın sonucu baştan belliydi çünkü Siyonist askerler çok daha iyi yetişmiş ve teçhizat açısından çok daha zengindi. İkinci Dünya Savaşında İngilizlerle beraber savaşan 5 bin kişilik bir Yahudi gücü vardı. Bunlar çok iyi techiz edilmişlerdi. Siyonist askeri güçlere dışarıdan çok fazla silah yardımı yapılmıştı. Şunu da eklemek gerekir ki o zamanlarda antiemperyalist olarak görünen Sovyetler Birliği Siyonist hareketi desteklemiştir. Bu dönemde Çekoslovakya Sovyetlerin onayı ve desteğiyle Siyonistlere çok sayıda silah göndermiştir. Dolayısıyla çok daha koordineli ve teçhizat sahip olan Siyonist askere karşılık Filistinlilere desteğe giden Arap askerler koordinesiz hareket eden, eğitimsiz ve zayıf silahlara sahip olan insanlardı. Bunun yanında bu savaşta Müslüman Kardeşler’i bağlı bir grup savaşçının 48-49 savaşında çok büyük fedakârlıkları vardır. Ama maalesef bu da yeterli olmamıştır. Belirtelim ki, Ürdün ile İsrail arasında gizli bir anlaşmanın mevcudiyeti nedeniyle bölgeye giden en iyi yetişmiş ve donanımlı Arap askerleri Ürdün’ün olmasına rağmen, Siyonist güçlerle karşılıklı danışıklı dövüş yaşanmıştır.
“SON İHANET: ARAP DEVLETLER BAZEN GİZLİ BAZEN AÇIK OLARAK İSRAİL İLE GÖRÜŞÜR HALE GELMİŞTİR”
Dördüncü ihanet dalgası olarak özellik 90’lardan itibaren Arap dünyasının İsrail ile normalleşme sürecine girmesini görebiliriz. Kitapta 8. bölümde bunu ele aldım. Oslo sürecinin yol açtığı felaketler zincirinin bir tanesi de, İsrail’in dünyada daha çok itibar görmeye başlamasıdır. Aslında en yıkıcı olan sonuç ise Arap dünyasının her ne kadar retorik olarak olsa da, İsrail’e karşı direnişe ket vurması olmuştur. Artık Arap devletlerinin birçoğu bazen gizli bazen açık olarak İsrail ile görüşür hale gelmiştir. Özellikle güvenlik, istihbarat ve ekonomik alandaki iş birlikleri tedricen güç kazanmıştır. Oslo süreci buna imkân sağlamıştır.
“SÖYLEMSEL LİDERLİK İRAN VE TÜRKİYE’NİN ELİNE GEÇMİŞTİR”
1990’lı yılların ortalarından itibaren Körfez ülkeleri, Mısır ve Fas gibi Arap devletleri için Filistin sorununa palyatif çözümler getirmek amaç haline gelmiştir. Filistin’i tamamıyla kurtarmak bu süreçte en azından Arap dünyasının bir kesiminin gündeminden çıkmıştır. Ama zaten biliyorsunuz ki hem Soğuk Savaşın başlangıcından hem de 11 Eylül terör saldırılarından sonra Arap dünyası kelimenin tam anlamıyla paramparça edilmiş ve terörle mücadele çerçevesinde doğrudan yahut dolaylı saldırıların hedefi haline gelmiştir. Dolayısıyla Siyonizm’e en çok karşı olan ülkelerin dahi bu saldırılar sonucunda İsrail ile savaşmaya yönelik takati kalmamıştır. Denebilir ki, 2000’li yıllarda söylemsel düzeyde liderlik İran ve Türkiye’nin eline geçmiştir. Böylelikle dört dalgada gerçekleşen bir ihanet zincirinin var olduğunu söylemek mümkündür.
Günümüzde Filistin Devleti’nin toprak bütünlüğünün konuşulduğu çoğu toplantıda, 1967 öncesi sınırlara geri dönülmesi gerektiği vurgulanıyor. Fakat İsrail’in kuruluşundan bu yana hem varoluşundaki hem de uyguladığı genişleme politikalarındaki uluslararası hukuk ihlalleri bu kadar aşikâr iken 1967 öncesi sınırlarının talep edilmesindeki nedenler nelerdir?
Aslında bunun üç nedeni var. İlk olarak Birleşmiş Milletler organlarının kararlarına baktığınız zaman özellikle Güvenlik Konseyi’nin kararlarında 1967 sınırlarının referans alındığını söylemek mümkün. Mesela 1967 yılında BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 242 ve 1973’de alınan 338 sayılı kararlarda İsrail’in “son” işgal ettiği topraklardan çekilmesi talep edilmektedir. Bir diğeri ise, Genel Kurulun aldığı 1988 yılındaki kararda, 1967 yılında işgal edilen topraklarda egemen bir Filistin devletinin kurulmasını destekliyoruz denmiştir. Dolayısıyla BM Güvenlik Konseyi ve Genel Kurul kararlarına baktığınız zaman, görürsünüz ki, Filistinlilerin nerede devlet kurabileceği, çerçeve olarak çizilmiştir. Buradan şu soru çıkabilir. O zaman 1967 yılından önce işgal edilen topraklar ne olacak? Bu hususta ne yazık ki BM içerisinde karar alınamamıştır. Soğuk Savaş’taki ABD ve SSCB’nin arasındaki çekişmenin etkisiyle bu hususta örgüt sessiz kalmıştır. Ancak bu sessizlik uluslararası hukuk açısından bu işgalin kabul edilebilir olduğunu göstermiyor. Ayrıca BM’nin bir işgali yasal görmesi için açık ve net bir şekilde onaylaıcı/destekleyici tavır alması gerekiyor ki, BM hiçbir zaman böyle bir tavır almamıştır. Bu anlamda şunu söylemek gerekiyor. İsrail’in 1948-1949 savaşında ele geçirdiği Filistin topraklarının İsrail’e ait olduğunu söylemek mümkün müdür?
Kuşkusuz İsrail orada de facto olarak (pratikte) işgalci konumunda etkin bir otorite kurmuştur. Fakat orayı İsrail’in ilhak etme hakkı yoktur. İsrail Filistinlilere tahsis edilen % 43’lük toprak parçasının yarısını 48-49 Arap-İsrail savaşında ele geçirmiştir. Buralar işgal edilmiş topraklardır. Dolayısıyla buradaki İsrail egemenliği yasal değildir. BM açık bir şekilde “Filistin devletinin kurulması gereken topraklar 1967 yılında işgal edilen topraklardır.” diyor. Bu benim yorumum değildir; ben BM’nin bu yönde karar aldığını söylüyorum.
“İSLAM DÜNYASI, TEDRİCİ OLARAK İSRAİL İLE İLİŞKİ KURMAYA BAŞLAMIŞTIR”
1967 sınırlarının referans olarak görülmesinin ikinci sebebi ise Arap dünyası ve İslam âleminin bıkkınlığı ve bu mücadeleyi terk etmesidir. Bu da önemli bir faktördür. Çünkü daha önce İsrail’i tanımayacağını söyleyen İslam dünyasına mensup bazı devletler, tedrici olarak İsrail ile ilişki kurmaya başlamıştır. Yani o direniş cephesi önemli ölçüde aşınmıştır. İlk ihanet 1979 yılında Mısır’dan gelmiştir. Camp David üzerine uzun uzun konuşmak gerekir. Çünkü Camp David bir ihanet belgesidir. Bu anlaşmayla Mısır denklemden tamamıyla çıkmıştır. Bu da İsrail saldırganlığına prim vermek olarak okunmalıdır. Artık İsrail güney cephesini düşünmek zorunda değildir. Zaten İsrail Mısır’la Camp David Anlaşması’nı imzaladıktan birkaç sene sonra Lübnan’a girmiştir. İsrail 1982 yılında burada işgal suçu işlemesinin yanı sıra, korkunç katliamlara sebebiyet vermiştir.
Bir tarafta Filistin, Oslo görüşmeleri ile kendi başına çözüm sürecine girdi ama hüsrana uğradı. Diğer tarafta da Arap devletleri, Müslüman ülkeler bu sorunla mücadele etmeyi bıraktı. Peki, en nihayetinde Filistin mücadelesinde bu sorunu çözmek kimin görevi ya da kimler bu sorunu çözecek?
Oslo sürecinde Filistinliler bu formüle rıza gösterirken, bunun arka planında Mısır ve Suriye gibi ülkelerin ve genelde İslam dünyasının acziyetinin de etkisi var. İslam dünyasındaki aktörlerin önemli bir bölümü Filistin sorununun –yeterli olmasa da- bir şekilde çözülmesini istiyor. Çünkü Filistin sorunu çözülmediği sürece hem Arap dünyasında hem de genel olarak İslam dünyasında İslami dünya görüşü olan muhalif güçlere halkların teveccühü artıyor. İslam dünyasında yönetimlerin büyük çoğunluğunun İslami dünya tasavvurunu ve değerlerini referans almak gibi bir derdi yok. Dolayısıyla Müslüman ülkelerin önemli bir bölümünde en güçlü muhalif hareketler İslami muhalefettir. İslam dünyasındaki mevcut iktidarların kahir ekseriyeti uzun bir süredir Filistin sorunun bir şekilde, palyatif de olsa, çözümünü istiyorlar. Dolayısıyla Filistinlilerin Oslo sürecine rıza göstermesi biraz da bu yalnızlıkları ile alakalı bir şeydir.
“İSRAİL’İN EN İYİ BULUŞLARINDAN BİRİ OSLO SÜRECİDİR”
Ama anlaşıldı ki İsrail’in Filistin devletinin kurulmasına izin vermek gibi bir niyeti yok. Aslında Oslo anlaşmalar silsilesi İsrail’in menfaatine olmuştur. Çünkü İsrail itibar kazanmıştır. Pek çok yeni devlet İsrail ile ilişki kurarak bu ülkeyle ekonomik ve siyasi ilişkilerini geliştirmiştir. İsrail aynı zamanda 1967 sınırlarının içinde ne olduğu belli olmayan bir Filistin “devleti”nin kurulması formülasyonunu âdeta tüm dünyaya dayatmıştır. Artık 1967 sınırları dışında İsrail’in varlığına yönelik farklı düşünceler önemsenmemiştir. Bu anlamda Mustafa Barguti‘nin ifadeleri çok önemlidir: “İsrail’in en iyi buluşlarından biri Oslo sürecidir.” İsrail başta Oslo sürecini istememiştir. İsrail’in yaklaşımı başlangıçta şöyleydi: “Arapların bana karşı hiçbir şansı yok ve ben tüm Filistin’i istiyorum, neden Filistinlilerle görüşeyim?” Aslında biraz da ABD’nin itelemesi ile Oslo süreci ilerlemiştir. ABD ise orada hakiki mânâda barış istiyor değildi. Filistin meselesini palyatif olarak kağıt üzerinde çözüyor görünmek istiyor(du).
Aslında Filistin sorununun hakkaniyetli bir şekilde çözümünü gerçek anlamda isteyen ülkelerin sayısı İslam dünyasında bir elin parmağını geçmez.. Oysa palyatif çözüm, çözüm değildir. Manda dönemindeki Filistin’in sadece yüzde 22’lik bir kısmında Filistin devletinin kurulmasını öngörmek asla makul bir seçenek değildir. Benim görüşüme göre, burada yani Batı Şeria, Doğu Kudüs ve Gazze’de -yüzde 22- bir Filistin devleti kurulsa bile, -İsrail’in buradaki i tüm yasadışı yerleşimlerini çektiğini varsayalım-, kurulacak bu devlet İsrail güdümünde olacaktır. Korkunç bir güç dengesizliği olacak. Bu, seçenek değil. Kaldı ki uluslararası hukuk İsrail’in tüm toprak kazanımlarının uluslararası hukuka aykırı olduğunu söylüyor. Bunun nedeni açıktır: Bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan Birleşmiş Milletler sistemi ve gelişen uluslararası hukuk, askeri güç yoluyla toprak kazanımını yasaklamıştır. O nedenle şu soruyu sormamız lâzım: “Filistinliler ve genel olarak İslam dünyası böyle bir formülasyona neden razı olmak zorunda olsun?”
“FİLİSTİNLİLER CEZAYİR FORMÜLÜNÜ DÜŞÜNMELİ”
Şimdi mesele İsrail’i nasıl tanımladığımız noktasına geliyor. İsrail “sömürgeci-yerleşimci” bir devlettir. İsrail, sömürgeciliğin sona erdiği bir tarih diliminde anakronik bir şekilde sömürgecilik yapmaya yeltenen ve bunu da önemli ölçüde başarmış olan bir devlettir. Siyonist devlet oradaki halkın baskı, dayatma ve etnik temizlik türü yöntemlerle yurdunu terk etmesini sağlayıp, onların yerine Yahudilerin bu topraklara yerleşmesini hedefliyor. Kitabımda da bahsettim, Filistinlilerin Cezayir formülü üzerinde düşünmeleri gerekiyor. Fransa Cezayir’i sadece işgal etmedi (1830); yani orada sadece sömürgeci değildi. Cezayir; Fas, Tunus, Mali ve Senegal gibi değildi. Peki nasıldı? 1848’den itibaren Fransa Cezayir’i ilhak etti. Yani Cezayir Fransa’nın bir parçası oldu. 1950’lere geldiğimizde Cezayir’de 800 bin Fransız yaşıyordu. Hatta Jacques Derrida, Albert Camus gibi iyi bilinen Fransız düşünür ve yazarlar Cezayir’de doğdular.
“İSRAİL ANORMAL BİR DEVLETTİR”
800 bin insandan bahsediyoruz, bu çok büyük bir rakam. Cezayir halkı 1954-1962 arasında sekiz yıllık müthiş bir bağımsızlık savaşı verdi. Büyük bir fedakârlık gösterip savaş süresince 1,5 milyonu aşan şehit verdiler. Direnişçiler hiçbir şekilde Cezayir’in sömürgeci güç tarafından parçalanmasına izin vermediler. Fransa onlara karşı her türlü diplomatik baskıyı ve şantajı uyguladığı halde, onlar davalarından taviz vermediler. Biliyor musunuz, o dönemde Fransa’nın Cezayir’de resmi işkence büroları vardı. Cezayirliler Fransa’nın büyük ateş üstünlüğüne ve stratejik tezgâhlarına rağmen mücadeleden asla taviz vermediler. 1962 yılında, ülkelerini parçalanmaya uğratmadan, yani tüm Cezayir’i bağımsızlığına kavuşturdular.
Dolayısıyla niye aynı şey Filistin için olmasın diyorum. Filistin sadece sömürgeleştirilmiş bir yer değil. Kolonizatörler oradaki Filistinlileri kimi zaman etnik temizlik yolu ile, kimi zaman da yasal entrikalarla oradan sürerek onların yerine başka bir halkın gelmesini sağlıyorlar. Bu da İsrail’in ne kadar anakronik, uluslararası hukuk açısından tehlikeli ve sorumsuz bir devlet olduğunu gösteriyor bize. Kısacası İsrail’i “normal” bir devlet olarak göremeyiz, İsrail “anormal”bir devlettir. Meseleye bu perspektiften de bakmamız gerekiyor.
Filistin'in özgürlüğünü savunduğunu iddia eden ilerici, eleştirici, akademisyen ve uzmanlar, diğer akademisyen meslektaş baskılarından ve reel politik güç diplomasisinden etkilenip kısmi ve palyatif çözüm önerileri getirdiklerini kitabınızda belirttiniz. Nasıl bir bilince sahip olmak gerekir? Yine bu hususta akademi üyeleri ile uluslararası örgütler işbirliği yapabilir mi?
Açıkçası kendisini “sol”a gören, ilerici, hümanist, insan haklarına saygılı olduğunu düşünen; müesses nizamı eleştiren önde gelen yazar ve akademisyenlerden pek çoğunun Filistin konusunda sınıfta kaldığını düşünüyorum. Bunlar sorunu genelde çok dar tanımlıyorlar ve şöyle görüyorlar genellikle: “İsrail diye bir devlet var; bunun meşruiyetini sorgulamaya gerek yok; yasal ve meşru bir devlettir artık. Ancak İsrail devleti 1967’de işgal ettiği topraklarda yanlış şeyler yapıyor. Oradaki Filistinlilere ayrımcılık yapıyor, kötü muamele ediyor, zaman zaman saldırgan politikalar izliyor.” Yine bu kesim Gazze’de 2007’den beri devam eden ölümcül ambargo, İsrail’in inşa etmekte olduğu duvar, yasadışı yerleşimler gibi konular üzerinden İsrail’e eleştiriler getiriyorlar. Onlara göre bunlar halledilirse, ve İsrail Batı yakasından çekilirse, sorun kalmayacak. Bir kere sorunun tanımlanması ile ilgili bir problem var; bence bu çevrelerin bahsettikleri sorunlar birincil mesele değil. Sorun bunun çok daha ötesinde: Bizim öncelikle İsrail kökeni itibariyle yasal mı değil mi, bu hususu açıklığa kavuşturmamız gerekiyor.
Bunun dışında Filistin’deki manda rejiminin mutlaka uluslararası hukuk bağlamında yeniden ele alınması gerekiyor. İngiliz manda yönetiminin uluslararası hukuk açısından manda döneminde egemen haklara sahip olup olmadığı ve dayatma sonucu Filistin’i hedef alan Yahudi göçlerinin Filistin halkının self-determinasyon hakkı ile çelişip çelişmediği tartışılmalıdır. Dahası, İsrail’in sömürgeci-yerleşimci bir devlet olduğu gerçeğini hep akılda tutmamız gerekiyor. Bunun dışında, mesela bir başka sorun mülteci meselesidir. 48-49 savaşının Filistinliler açısından trajik sonucu itibariyle burada bir Nakba (Büyük Felaket) yaşanmıştır. Bu dönemde Filistin halkının % 50’sinden fazlası –yani yaklaşık 750 bin kişi- yurdunu terk etmek zorunda kalmıştır. Yani mülteci konumuna düşmüştür. Sözünü ettiğim akademisyen, yazar ve düşünürlerin, genelde bu konuyu da tartıştıklarını söylemek pek mümkün değildir.
Akademisyenler İsrailli yetkililerin uluslararası mahkemelerde yargılanması konusunu da genelde gündeme getirmemektedir. Oysa İsrailli tüm yetkililer bugüne dek çok ciddi savaş ve insanlık suçları işlemişlerdir. Yine, bu çevreler İsrail’in sistematik ayrımcılığını da pek görmek istemiyorlar. Bu tutum hem ahlaki olarak, hem de akademik ciddiyet açısından son derece yanlış. İsrail’in kendisi normal bir devlet değil ki! Anormal bir devlet. Bir kere bunu ortaya koymadan İsrail meselesini anlayamayız. Sorunun çerçevesini daha önce sözünü ettiğim dar kapsama koyduğunuz zaman çözümün çerçevesi de darlaşıyor.
“BU TUTUM AHLAKSIZDIR VE ULUSLARARASI HUKUKA AYKIRIDIR”
İsrail’in yaptığı yanlışlar 1967 sınırları ile sınırlı ise, o zaman bu durumda çözüm çerçevesi ne olacak? Demek ki İsrail 1967 sınırlarından çekilirse ve belki de yasadışı yerleşimlerin en azından bir kısmını iade ederse, bu akademisyenler için bu mesele kapanmış olacaktır. Peki öyle mi? Yine, İsrail’in komşu Arap ülkelerine karşı saldırgan politikaları da genelde dikkate alınmayan bir başka sorun. İsrail hem Soğuk Savaş döneminde hem de Soğuk Savaştan sonra bir çok Arap devletinin topraklarında askeri operasyonlar yapmış ve yapmaktadır. Örneğin Siyonist devlet yaklaşık 10 sene kadar önce Sudan’da iki adet operasyon yaptı. Bunların birinde, Sudan’da içinde silah taşındığını ileri sürdüğü kamyonlardan oluşan bir konvoyu bombaladı. 1985’te Tunus’ta FKÖ’nün karargâhını bombalayarak orada bir sürü insanı katletti. 1981 yılında Irak’a yönelik askeri operasyon -hava operasyonu- yaptı. Orada Irak’a ait sivil amaçlı inşa edilen Oşirak nükleer tesisini imha etti. 1976’da Uganda’da operasyon yaptı. Dolayısıyla İsrail’in kolu çok uzun, her yerde operasyon yapabiliyor. Bir özelliği daha var; o da pek dikkat çekmiyor. İsrail, dünyanın her tarafında, kendisine tehdit olarak algıladığı kişileri öldürüyor. Kitabımda eleştirdiğim akademisyenler bunları da görmek istemiyorlar. İnatla, ısrarla İsrail’in normal bir devlet olduğunu bize anlatmaya çalışıyorlar. İşte bu tutum ahlâksızdır ve üstelik uluslararası hukuka da aykırıdır.
İsrail’in bir açık özelliği daha vardır: bu devletin ABD’nin bir çok kirli operasyonlarında yer aldığını görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde ırkçı ve saldırgan Güney Afrika’nın en yakın ilişki sürdürdüğü devletlerden birisi İsrail’di. İsrail kendi nükleer silah teknolojisini Güney Afrika’ya önemli ölçüde transfer etmiş bulunmaktaydı. Yine İsrail Soğuk Savaş döneminde Latin Amerika’daki bir çok faşist cunta rejimiyle de işbirliği yapan bir ülkeydi. Şili’deki Pinochet Rejimi gibi. Dolayısıyla İsrail hiçbir ahlâki ya da hukuki normla kendisini bağlı saymayan çok kirli bir devlettir. Benim sorguladığım, dahası beni kızdıran şeylerden bir tanesi şu: Güney Afrika’da Apartheid -Soğuk savaş döneminde, sistematik ırk ayrımcılığına dayanan yönetim- denen bir sistem vardı. Apartheid’e karşı tüm dünyada en azından tedrici olarak çok ciddi tepkiler nüks etmeye başlamış ve daha sonra konu önce BM Genel Kurulu’na, daha sonra da Güvenlik Konseyi’ne getirildi. 1977 yılında Güney Afrika’ya hem çevre ülkelere verdiği zarar hem de sistematik ırk ayrımcılığından dolayı zorunlu bir askeri ambargo uygulanmıştır. Şimdi, soru şu: Peki, neden İsrail’e karşı böyle bir ambargo uygulanmıyor?
İşte bu ilerici akademisyenler, hümanistler, insan hakları savunucuları ya da genel olarak Filistin meselesine sempati duyduğunu söyleyen farklı kesimler, İsrail’in ne kadar kirli bir devlet olduğunu sorgulamak ve aslında İsrail’in kendisinin bir sorun olduğunu görmek istemiyorlar.
Kitabınızda uluslararası organizasyonların Batı hegemonyası altında olduğunu ve Batılı devletlerin çıkarlarına paralel şekilde karar aldıklarını belirtiyorsunuz. Peki, bu durumda uluslararası organizasyonlar nasıl etkin çözümler sunabilir?
Mesele İsrail olunca uluslararası örgütlerin birçoğunun sessizleştiğini görüyoruz. BM Genel Kurulu, Bağlantısız Devletler grubu, Afrika Birliği gibi örgütler ya da kurumlar zaman zaman İsrail’i kınayan kararlar alabiliyor ancak bunlar hiçbir şekilde İsrail’e karşı etkili sonuç doğuracak güçlü kararlar alamıyorlar. Kitapta bu çerçevede tartıştığım bir husus var. Filistin’deki İsrail saldırganlıkları, derinleşen işgalleri ve insanlık suçları meselesi BM Güvenlik Konseyi’ne defalarca getirildi; fakat Güvenlik Konseyi’nden istenilen karar çıkmıyor. Çünkü ABD karar tasarılarını veto ediyor. Yapılması gereken şeylerden biri şudur: 1950 yılında Güvenlik Konseyi’nin girişimiyle Genel Kurulca alınan bir karar var: Barış İçin Birleşme Kararı. Bu karara göre uluslararası barış ve güvenliğe zarar veren bir kriz patlak verdiğinde, Konsey, bir sürekli üyenin vetosu nedeniyle karar alamıyorsa, bu durumda konu derhal Genel Kurul’un gündemine getirilebilir. Bu durumda, Kurul, üçte ikilik oy çokluğuyla, krize sebebiyet veren saldırgan devlete karşı askeri güç kullanımını da içerebilecek her türlü eylem planının yürürlüğe konmasını BM üyesi devletlere tavsiye edebilir. Bu karara uymak isteyen devletler açısından karar yasallık sağlar. Bu karar zaman zaman geçmişte hayata geçirilmiştir. Ben diyorum ki, BM Genel Kurulu, bugün de, İsrail’in saldırganlığı, Filistin’in devlet kurma hakkının reddedilmesi, İsrail’in işlediği insanlık suçları, savaş suçları ve oluşturduğu apartheid sistemi gibi konularda İsrail’e karşı yaptırım kararı alabilir, bölgeye BM barış gücü askerlerinin sevkine karar verebilir.
Diyelim ki, İsrail’e karşı topyekûn ambargo kararı alınamasa bile; en azından ekonomik, eğitim, kültürel ve sosyal alanlarda bu ülkeye ambargo uygulanabilir. İsrail istenilene uymazsa ambargonun dozu arttırılabilir. Benzer şekilde Afrika Birliği, Bağlantısız Ülkeler grubu bu ırkçı ve saldırgan devlete yönelik olarak yaptırım kararı alabilir. Yine Türkiye gibi devletler de Avrupa Birliği nezdinde, 1967 sınırları kararı paralelinde İsrail’e karşı bir ambargo uygulanması hususunda diplomatik inisiyatif kullanabilir. Böyle bir şey mümkündür. Türkiye’nin tarihi birikiminin yüksek olması, jeopolitik önemi, kadim bir devlet geleneğine sahip olması, gelişmiş insan gücünün olması, nüfusunun yüksek düzeyde olması, ekonomik ve teknolojik seviyesinin önemli bir mesafe almış olması nedeniyle, Türkiye’nin bu anlamda çok ciddi bir öncü rol oynayabileceği söylenebilir. Türkiye, Batılı kurumları Filistin için harekete geçirebilir.
Uluslararası örgüt ve kurumların genelde Batılı hegemonik sistemin yaslandığı değerler paradigmasına yaslandığı herkesin malumudur. BM, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi yapı ve örgütleri kuranların zihin dünyalarına baktığımızda, genelde bunların felsefi olarak Batılı paradigmaya yaslandığı görülecektir: kapitalizm, piyasa ekonomisi, seküler modernleşme, özel mülkiyet ve girişimin esas alınması, birey eksenlilik. Bu kurumlara yönelik felsefi ve teorik eleştiriler yapmak o nedenle gerekli ve önemlidir. Ne var ki, bu yapı ve örgütler içinde yer alan bazı kurumlar daha hakkaniyetlidir ve bunların temsil gücü diğerlerinden yüksektir. Mesela BM içerisinde Genel Kurul oldukça demokratik bir yapıdır. Çünkü burada her devlet temsil edilmektedir ve hepsinin eşit oy hakkı vardır. Kararları bağlayıcı olmadığı halde yine de Genel Kurul’un aldığı son derece önemli kararlar mevcuttur.
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumların karar alma sürecinde bugün hâlâ Batılı devletlerin çok büyük etkileri vardır. Bu örgütlere ne kadar çok sermaye koyarsanız, o kadar söz hakkınız oluyor. Bu sistem liberal-kapitalist anlayışı yansıtmaktadır. Dahası bu örgütlere koydukları sermaye ile kıyas edildiğinde, yine de, başta ABD, Batılı devletlerin bu kurumlarda imtiyazlı oy hakları vardır. Bu örgütlerin Üçüncü Dünya halklarının, yani Afrika’nın, Asya’nın ve birçok ada devletinin yoksul halklarına ilişkin özel ve önemli bir destek verdiğini söylemek mümkün değildir. Bu örgüt ve yapılardaki hâkim dünya tasavvuruna ile kurumsal yapısına baktığınızda, bunların mazlumların dünyasına hitap etmediğini görürsünüz.
Aslında bütün bunlardan yola çıkarak şöyle bir noktaya gelmek gerekiyor: Filistin meselesinden yola çıkarak İslam dünyasının yeni bir refleks geliştirmesi gerekiyor. İslam dünyasındaki aktörlerin yalnızca İslam dünyası adına değil, Afrika, Latin Amerika, Güneydoğu Asya ülkeleri ve küçük ada devletleri adına konuşabilir olması gerekiyor.
“İSLAM DÜNYASI ASLA VAZGEÇMEMELİDİR”
Ortak bir tarih, kimlik ve kaygısı olan, bu konuda bütünleşme eğilimi gösterebilecek dünyada hangi aktörler var diye sorulduğunda, İslam dünyasının varlığını örnek olarak gösterebiliriz. Filistin meselesi İslam dünyasının teşkilatlanması için bir fırsat olabilir. Eğer İslam dünyası, Filistin meselesini başka uluslararası kurumların gündemine getirebilir ve kalıcı bir çözüm getirebilirse, o zaman yoksulluk, aşırı silahlanma, nükleer silahlar, azınlık hakları gibi konularda da dünyada mazlumlarının sözcülüğünü yapacak konuma gelir. Böyle bir potansiyel var ve bunun mutlaka keşfedilmesi, bu konuda çaba gösterilmesi gerekiyor. İçimize kapanarak bu sorunların çözülmesini bekleyemeyiz. Haklar verilmez, alınır. Bunu asla unutmayalım! İslam dünyasının bugün korkunç bir mağduriyeti var, bunları söylemeye bile gerek yok. Bu mağduriyetleri gidermenin yolu mücadeleden geçiyor. Yoksa “Küstüm, oynamıyorum.” anlayışıyla hiçbir yere varamayız.
Tam bu noktada İslam dünyası derken kastettiğiniz İslam İşbirliği Teşkilatı mı yoksa daha geniş bir oluşum mu?
İslam dünyası derken ben şunu kastediyorum: Halkın en azından büyük çoğunluğu Müslüman olan ve kendini İslam medeniyetine mensup olarak gören, İslam dinine ve İslami değerlere bağlı olan; sadece kendi adına değil bütün insanlık adına bir teklif olarak daha adil ve güzel bir dünya sunma durumunda olan ve büyük ölçüde sömürgeciliğe maruz kalan (Türkiye değil ama bir çoğu bunu yaşamıştır), ekonomik sorunları ciddi düzeyde olan, küresel ekonomik tahakküm düzeninin mağduriyetini yaşamış, doğrudan müdahaleler, dolaylı müdahaleler, askeri darbeler ve birtakım tehditler/şantajlar ve ekonomik sömürü çerçevesinde birçok mağduriyetler yaşamış olan insan topluluğu. Müslüman coğrafya aynı zamanda coğrafi sürekliliğe sahiptir. Bu durum büyük bir avantajdır İslam dünyası için. İsrail’in kur(dur)uluş amaçlarından bir tanesi, İslam dünyasının kalbine bir ‘yabancı’ gücü âdeta hançer gibi saplamaktır. Bu da “İsrail sorunu”nun ayrı bir boyutudur. İslam dünyası aynı zamanda Batılı hegemonik siyasi, iktisadi ve kültürel değerlere, seküler modernleşmeye, ulusçuluğa, ırkçılığa karşı pozisyonu çok net olan, bütün insanlık için mesaj içeren bir medeniyettir.
İslam dünyasında mensup aktörler arasındaki ilişkinin entegrasyona dönüşmesi gerektiğini epeyi bir zamandır savunuyorum. Ancak İslam dünyası şu an bu konumda değil. Eğer İslam dünyası Avrupa Birliği gibi bir yapıya sahip olsaydı, bugün karşılaşmış olduğu pek çok devasa sorunu kendi başına çözebilirdi. O nedenle İslam dünyasında bütünleşme çabası temel bir öncelik olmalı.
Ama diğer taraftan aynı zamanda BM içinde de bizim bir faaliyet içinde bulunmamız lazım. İslam dünyası olarak bugün elimizdeki bütün vasıtaları kullanmak zorundayız. BM, Bağlantısızlar Grubu, Avrupa Birliği, Afrika Birliği gibi uluslararası örgütlerin Filistin konusunda daha hassas olmaları için gayret göstermek yerinde olacaktır. Eğer siz hiçbir şekilde bu yapıların içinde bulunmak istemezseniz, Filistin meselesine ilişkin gerçekleri anlatmak için çaba göstermezseniz, bir bakıma İsrail’in lehine hareket etmiş olursunuz. Sessizliğe bürünürseniz konu gündemden düşer ve unutulur. İsrail’in yaptıklarına yönelik haber sayısı azalır; dahası Filistin’in özgürlük mücadelesine ve İsrail’in suistimallerine karşı devletler harekete geçmek istemeyebilirler. Sorun şudur: İsrail o kadar azılı bir düşmandır ki, yalnızca Filistinlileri mağdur etmiyor; bunun yanı sıra, Ortadoğu coğrafyasında sürekli bir yayılma çabası içinde bulunmaktadır. Küresel hegemonik sistem içindeki hâkim güçlerle Siyonist lobiler ve güç unsurları bu amaca yönelik işbirliği yapıyorlar. Bunun karşısında İslam dünyasının büyük dağınıklığı, en başta, Arap dünyasının dağınıklığı, İsrail’in bu tür barbar/saldırgan plan ve projelerine geçit vermektedir. Böyle bir yapı içerisinde Müslüman aktörlerin uluslararası örgütleri yok sayması kendisinin menfaatine olmayacaktır elbette.
“İsrail anormal bir devlettir” diyorsunuz. İsrail’in normal devlet olması söz konusu mu? Hangi şartlarda İsrail normal bir devlet olarak görülebilir?
İsrail’in hiçbir şekilde normal bir devlet olduğunu düşünmüyorum, İsrail anormal bir devlettir. İsrail’in hiçbir şekilde normal devlet olmak gibi bir derdi de yoktur. Neye dayanarak bunu söylüyoruz. İsrail başkalarına ait topraklar üzerinde bina edilmiş yapay bir devlettir. “İsrail" bir ülkenin adı değil, bir devletin adıdır; oysa “Filistin” hem bir ülkenin, hem de bir halkın adıdır. Dolayısıyla halkın adı olan “Filistin” aynı zamanda devletin de adıdır/olacaktır. İsrail sömürgeci-yerleşimci bir devlettir. Sömürgeciliğin tarihin çöp tenekesine atıldığı dönemde, İsrail, sömürgeci bir devlet olarak ortaya çıkmıştır. Siyonist hareket İngiltere’nin kanatları altında Siyonist bir “devlet”e dönüşmüştür. Bununla beraber İsrail’in sınırları belli değildir. Dünyada sınırları belli olmayan başka bir devlet var mıdır?
İsrail devlet terörü uygulamaktadır. Filistin liderlerinin önemli bir bölümünü katletmiştir. İsrail bildiğiniz gibi ve zaman zaman işte Filistin içindeki birtakım muhalif unsurlara yönelik operasyonlar yapmaktadır.
“İSRAİL NORMAL BİR DEVLET OLMAK İSTEMİYOR”
İsrail, kendi varlığı için tehlikeli gördüğü birtakım figürleri, dünyanın değişik yerlerinde katletme hakkını da kendisinde görmektedir. İsrail hiçbir şekilde kendisini uluslararası hukukla, ahlâkla ya da uluslararası toplum kaygılarıyla bağlı sayan bir devlet değildir. Dahası, “normal” olmak da istememektedir zaten. Çünkü İsrailliler İsrail’in “normalleşmesi” hâlinde devletlerinin ortadan kalkma tehlikesi olduğunu düşünüyor. İsrail’de yaşayan halkı bir araya getiren iki şey var: Birincisi, kendilerine o toprakların Tanrı tarafından vaad edildiği inancıyla, Filistin’de yaşama hakkını kendilerinde görmeleri, ikincisi de, Filistinlilere karşı duydukları ortak nefret ve düşmanlık ve zihnen Arap/İslam dünyasıyla sürekli bir savaş ve çatışma halinde olmalarının kaçınılmaz olduğunu düşünmeleri. Bu militarist zihniyet onları sürekli besliyor çünkü bu yapay devlet içinde dünyanın farklı yerlerinden gelmiş Yahudileri başka türlü bir arada tutma şansları yok.
Türkiye’nin bir taraftan Filistin özgürlük mücadelesindeki yerini bir taraftan da İsrail ile ilişkilerini göz önünde bulundurduğumuzda Türkiye’nin meseleye bakışını ve rolünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Türkiye’nin Filistin meselesine bakışının geçmişe nazaran daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Türkiye Filistin meselesinde şeksiz ve şüphesiz olarak haklı olan Filistin halkının yanında. İsrail’e karşı eleştirel bir tutumu var. Türkiye yalnızca Filistin’e ekonomik destek sağlamıyor, aynı zamanda uluslararası kurumlar nezdinde siyasi destek sağlıyor. Örneğin ABD Başkanı Donald Trump 2017 yılında ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıyacağını belirttiği zaman, BM Genel Kurulu’nun toplanmasında başrolü oynadı. Sağlanan büyük oy çokluğuyla diğer devletlerin ABD’nin bu tutumunu kınamasını ve başka devletlerin ABD gibi davranmaması hususunda onların uyarılmasını sağlamıştı. Türkiye 2018’de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın toplanmasında ve böylece ABD’nin bu örgütçe kınanmasına öncü olmuştu. Oysa o dönem Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi ülkeler bu kararın çıkması hususunda pek istekli değillerdi. Ama Türkiye onları da peşinden sürüklemeyi başardı.
Türkiye’nin mutlaka Filistinlileri daha kapsamlı bir şekilde desteklemesi gerekiyor. Türkiye’nin İsrail ile şu an ekonomik-ticari ilişkileri yoğun olarak devam ediyor. Ben, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın mutlaka İsrail’e karşı bir ambargo uygulaması gerektiğini savunuyorum. Böyle bir süreçte Türkiye’nin bu ambargo kararını desteklemesi yararlı olacaktır. Çünkü bir taraftan İsrail’i eleştirirken, öte yandan hiçbir şey olmamış gibi ticarete eskiden olduğu gibi devam ederseniz, yeterince inandırıcı olmayabilirsiniz.
Türkiye’nin yapması gereken İsrail’e karşı daha eleştirel davranıp, çözüm hususunda daha kapsamlı bir çözüm önerisinde bulunmaktır. Türkiye’nin bugün sadece iki devletli çözüm paradigmasını öne çıkararak bir yere varmak mümkün değil. Çünkü İsrail ile müzakere etmenin manası yok. İki devletli çözüm bugünkü yaygın anlamı itibariyle İsrail’le müzakereyi öngörüyor. Oysa İsrail Oslo müzakere sürecinde gösterdi ki, hiçbir şekilde Filistin devletinin kurulmasına izin vermeyecek. Bu anlamda İsrail’e inisiyatif veren herhangi bir çözüm önerisinin başarı şansı yok. O yüzden Türkiye’nin bu söylemi terk etmesinde yarar var.
“YÜZYILIN ANLAŞMASIYLA FİLİSTİN DİYE BİR DEVLET KALMAYACAK”
ABD-İsrail patentli Yüzyılın Anlaşması planı açıklanmıştı. Bu plan tabii kimseyi bağlamıyor. Bu, ABD’nin İsrail’le beraber kaleme aldığı bir uzlaşma metnidir. Kimsenin bunu kabul etmesi gerekmiyor. Bu plana göre Filistin diye bir devlet asla olmayacak. Çünkü planın öngördüğü Filistin “devlet”i, yekpare bir ülkeden değil, kantonlardan oluşuyor. Bu kantonlar arasında ancak köprülerle ya da tünellerle geçiş olacak. Bahsedilen “yüzyılın plan”ında, Filistin için, kendi ordusu olmayan, kendi savunma gücü olmayan, kendi sınırlarını denetleme yetkisi olmayan bir yapı öngörülüyor. Bu planla Kudüs hemen hemen tamamıyla İsrail’e bırakılacak. Şimdi böyle bir plan ortadayken, tutup hâlâ iki devletli çözüm paradigması üzerinden Filistin meselesini anlamaya çalışmak, bu yönde öneriler getirmek anlamlı görünmüyor.
Türkiye’de bugüne dek Filistin sorunu ile ilgili çok kitap yazılmış; bunu takdir etmemiz lazım. Ama bugüne kadar, bilebildiğim kadarıyla, uluslararası hukuk bağlamında Filistin sorununu inceleyen bir tek kitap yazılmamış. Hâlbuki “Filistin Sorunu”nu ancak “uluslararası hukuk diliyle” başkalarına anlatabilir, bu dil içinde çözüm talep edebilirsiniz. Bence, hem birey hem de devlet zaviyesinden meseleye bu perspektifle bakmak elzemdir.
“BİLGİ OLMADAN BİLİNÇ OLMAZ, BİLİNÇ OLMADAN DURUŞ OLMAZ, DURUŞ OLMADAN EYLEM OLMAZ”
İster sağcı olsun ister solcu; ister İslami, ister seküler fark etmez; Türkiye toplumunun çok büyük çoğunluğunun Filistin davasını savunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Hatta Türkiye olarak bizi birleştiren unsurlardan birisi de budur. Buna rağmen, Filistin meselesinin tarihi arka planını toplum olarak yeterince anladığımız söylenemez. Bunun yanı sıra, maalesef meselenin uluslararası boyutunu anlayan veya Filistin’in uluslararası bağlamda ne tür stratejiler geliştirilebileceğine ilişkin fikri olan çok az kişi var ülkemizde. Mesele çoğunlukla “duygusal” boyutu öne çıkarılarak ve “genel” bir düzlem içinde ele alınıyor. “İsrail, Filistinlilerin haklarını ellerinden almış, onların birçoklarını topraklarından atmış ve onları mağdur etmiş”. Bu doğru; ama bunun ötesinde konuya ilişkin “bilgi”ye ihtiyaç var. Bilgi olmadan bilinç olmaz, bilinç olmadan duruş olmaz, duruş olmadan eylem olmaz.
Röportaj: Nasrettin GÜNEŞ, Mehmet AYAYDIN, Furkan EMİROĞLU
Yorum Yaz