VAROLMA MÜCADELESİNDE FİLİSTİN’İN İSRAİL SORUNU

GENEL TOPLUM VE GÜNDEM

VAROLMA MÜCADELESİNDE FİLİSTİN’İN İSRAİL SORUNU 

Tarihin en önemli bölgelerinden biri olan, ilahi dinlerin merkezi konumunda bulunan ve daha önceleri ‘Kenan diyarı’ olarak da adlandırılan Filistin coğrafyası, günümüz çatışmalarının durmak bilmeyen bir bölgesidir. 1948 yılında, İsrail devletinin resmen kurulması sonrası kendi topraklarında mülteci konumuna düşen Filistinli insanlar, o günden bugüne kadar bir direniş içerisinde olmuş, kimliksel bazda var olma mücadelesini vermişlerdir ve vermektedirler. Filistinliler, İsrail devletinin kuruluşunu ve ardından yaşanan olayları felaket olarak görmekle birlikte bu güne ‘Nakba günü’ demektedirler. Nakba, Türkçe anlamıyla ‘felaket’ anlamına gelmektedir.

Tarihsel bir öneme sahip olması bakımından ve Filistinli insanların direnişlerinden asla vazgeçmeyeceklerini gösterdikleri 8 Aralık 1987’de ‘Birinci İntifada’nın başlaması sonrası o güne kadarki en büyük direnişlerini gösteren Filistin halkı, takvimlerin 13 Eylül 1993 yılını göstermesi ile Norveç’te “Özerk Filistin Yönetimi’ni” İsrail tarafına kabul ettirmişlerdir. Bu her ne kadar büyük bir başarı olarak karşımıza çıksa da daha sonraları İsrail’in yapılan bu antlaşmayı sadece karşı tarafın direnişinin bitirmesi için yaptığı olarak da anlaşılabilmektedir. Bittabi bu antlaşma uluslararası hukuk bakımından Filistinlileri çok güçlendirmiştir. Ancak İsrail, hukuk tanımazlığı ile günümüzde bile Filistinliler tarafından ‘utanç duvarı’ olarak isimlendirilen ve dünyanın en büyük açık cezaevine dönüştürdüğü Filistin topraklarını her geçen gün zorla ele geçirmektedir. (2018 yılında Filistin’e yaptığım ziyaret esnasında bu olayları daha iyi kavrayabildim ve var olan sorunları daha iyi analiz edebilme fırsatı buldum.)

Oslo sürecinden sonra resmiyette kabul edilen Özerk Filistin Devleti, devlet olmanın fonksiyonlarını mutlak manada kullanamamaktadır. Çünkü İsrail devleti, güvenlik gerekçesi ile Filistinlilerin askeri olarak organize olmalarına müsaade etmemekle birlikte yalnızca küçük karakollarda, az sayıda ve sınırlı mühimmata sahip bir Filistin polis teşkilatına izin vermektedir. Yani bu durum, modern ulus devletin temellerini oluşturduğu ‘Westphalia Anlatlaşması’ ve Werberyan anlayışa göre meşru güç kullanma tekelini elinde bulunduramayan Özerk Filistin Devleti’nin devletleşme sürecine balta vurmaktadır. Modern anlamda, gerçek bir Filistin devletinin kurulması ancak yönetimine müdahil olunmayan, meşru güç kullanımını elinde bulunduran ve sınırları net bir şekilde belirlenen bir devlet olması ile mümkündür. Ancak İsrail devleti, kendisine tehdit olarak algıladığı diğer ülkelere dahi müdahalede bulunmaktadır. Örneğin 1967 yılında gerçekleşen Arap- İsrail Savaşı sonrası, İsrail işgal ettiği Golan Tepelerini var olan antlaşmalara rağmen iade etmemiş, bölgeden çekilmemiştir. Yine bu işgali ‘güvenlik gerekçesi’ ile yaptıklarını belirtmektedirler. Bu durumun, sınırında bulunan diğer ülkelere dahi müdahalede bulunan İsrail devletinin, kendisine vaat edilmiş olduğunu iddia ettiği topraklar olarak sınıflandırdığı Filisin topraklarında, gerçek manada bir Filistin devletinin kurmasına müsamaha göstermeyeceği anlamına geliyor diyebiliriz. Ortaya sunduğu güvenlik gerekçeleri o kadar geniş bir yelpazeye yayılmaktadır ki, bu durum İsrail’in istediği bir vakitte bir ülkeye operasyon başlatmasına dahi neden olabilecek boyuttadır. Veya istediği ülkede istediği kişilere yönelik operasyonlar düzenlemesine de zemin oluşturmaktadır. Bu durum hem ulus devlet mantığına hem de insan haklarına yönelik büyük sorunlar oluşturmaktadır.

İsrail devletinin, kuruluşundan bu yana uzun yıllardır sürdürdüğü göç politikasından dolayı, dünyanın dört bir tarafında bulunan Yahudilerin İsrail’e yerleştiklerini görmekteyiz. İsrail devleti, özellikle stratejik bölgelerde Yahudi yerleşimcilerin ikamesini sağlamaktadır. Bu ikameleri sağlarken birçok Filistinlinin evlerini yıkmış ve topraklarına el koymuştur. Bu durum aslında stratejik olarak İsrail’in kabul ettiği Filistin devletinin parça parça olması ve bölgeler arası geçişin olmaması gibi durumları da karşımıza çıkartmaktadır. Özellikle 2019’da ABD Başkanı Donald Trump’ın öncülüğünde imzaladıkları ‘sözde’ Yüzyılın Antlaşması’ndan sonra bu durum daha da çıkmaza girmiştir. Oslo’da kabul edildiği üzere, o dönemde İsrail’in hali hazırda devam ettirdiği ilhak ve Yahudi yerleşimci merkezlerinin durdurulması kararı bugün günümüzde dahi açık bir şekilde uygulanmamaktadır ve  aksine Yahudi yerleşimcilerinin sayısı her geçen gün artmakla birlikte ilhak ve işgal politikası da devam etmektedir.

Filistin ve İsrail çatışmasında, bir diğer önemli husus olarak karşımıza ‘Kudüs’ün statüsü’ çıkmaktadır. Kudüs, BM’nin gözetiminde, uluslararası bir statüye sahip (corpus separatum) bir bölgedir. Bu karar, BM Genel Kurulu’nun 29 Kasım 1947’de aldığı 181 sayılı taksim kararıyla onaylanmıştır. Ancak 1980 yılında İsrail planlarını gerçekleştirmek için ve uluslararası hukuku tanımadığını adeta bağırırcasına Kudüs’ü kendi başkenti olarak tanımlamıştır. İsrail’in bu tutumunun detaylarına baktığımız zaman, sözde Hz. Süleyman’ın Mabedinin bugün Mescid-i Aksa olarak adlandırılan yerin altında olduğunu iddia etmesi, Yahudi dinine göre var olan bazı inançlar (kıyamet koptuktan sonra Sırat Köprüsünün, Kudüs’te ve tam olarak Mescid-i Aksa’nın karşısında bulunan Zeytin Dağı ve Mescid-i Aksa arasında kurulacağı düşüncesi vb.) ve Kudüs’e atfedilen kutsiyetin var olması olarak karşımıza çıkmaktadır. ABD başkanı Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımlaması, dünya genelinde karşıt bir ses oluşturmuştur. Ancak bu karşı tavır, söylemin ötesine geçememiş, aksine ABD’nin liderliğinde birkaç devlet daha Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımışlardır. İsrail’e karşı yaptırımların uygulanmaması ve uluslararası hukuku çiğneyen faaliyetlerine rağmen cezalandırılmaması, İsrail’in tutumunda bir değişikliğe gitmemesini neden olmaktadır.

Kudüs aynı anda ikisi tahrif edilmiş, üç ilahi dinin merkezi olma konumundadır. Müslümanlar için ilk kıblenin merkezi olması hasebiyle çok büyük bir öneme sahiptir. (Bölgeye yaptığım ziyaret esnasında Filistin halkının Mescid-i Aksa’yı hiçbir şekilde boş bırakmamaya çalıştığını fark etmiştim. Çünkü boş olması halinde İsraillilerin, hedeflerine ulaşmak için daha fazla çaba harcayacaklarını düşünüyorlardı.)

1948’den bu yana İsrail’in baskı ve zulümlerine dayanamayıp başka ülkelere göç etmiş çok fazla Filistinli insan bulunmaktadır. Aynı zamanda bu baskılara direnmelerine rağmen zorla evlerinden ve yurtlarından çıkartılan Filistinliler de kendilerini dünyanın dört bir yanında mülteci olarak bulmuştur.  İsrail, halen Filistin topraklarında yaşayan insanlara dahi hürriyet ve barınma (belli şartlar ve yerler dışında) hakkı tanımazken; kendi ülkelerinden zorla göç ettirdiği milyonlarca insanın geri dönmesine ve kendi topraklarında yaşama fırsatını vermesine hiçbir şekilde olanak tanımaya gitmeyecektir. Çünkü tahmini sayıları 5 milyonu aşan mültecilerin bölgeye geri gelmesi demek ‘demografik’ anlamda İsrail’in planlarını bozacaktır. İşte bu yüzden İsrail, Filistinli mültecilerin topraklarına dönmelerine hatta Mescid-i Şerif’i ziyaret etmelerine dahi müsaade etmemektedir. Daha önce de bahsettiğim üzere hukuk tanımaz tutumu nedeniyle, tazminat dahi ödemeyi kabul etmemektedirler ve etmeyeceklerdir. Çünkü onların inançlarına göre zaten Filistin toprakları kendilerine ait bir yerdir. Bu yüzden Filistinlilerin, İsrail’den tazminat talep etmesinin geçerliliği olmamaktadır. Ancak bir gün gerçek manada hukuk tanıyan ve adaleti savunan ülkeler İsrail’e karşı yaptırımlar uygulanmaya başlarlarsa belki o zaman İsrail, en azından topraklarından zorla çıkarttığı Filistinlilere tazminat ödemeyi kabul edebilir. Hatta bölgesinde bulunduğu Müslüman ülkeler dahi bu yaptırımları hassasiyetle uygulayabilirse, bu durumun yıllarca zulme uğramış ve uğramakta olan Filistin halkının durumunu daha da iyileştirecektir diye düşünmekteyim.

Filistin devletinin ‘hukuki olarak’ sınırları, 1967 yılında gerçekleşen savaş öncesinde belirlenmiş ve bu topraklar üzerinde ‘bağımsız bir Filistin devletinin kurulması’ hedeflenmiştir.

Ancak bugün gelinen noktada İsrail işgal sınırlarını her geçen gün genişletmekte ve ‘güvenlik’ bahanesi ile özerk bir yönetim olarak tanıdığı Filistin yönetiminin silahlı hiçbir gücünün olmasına müsaade etmemektedir. Hatta o kadar ileri bir boyutta güvenliği kendi elinde tutmaktadır ki Müslümanların mabedi olan Mescid-i Aksa’ya giriş çıkışları kontrol etmekte, keyfi uygulamalarla insanların hukuki hakkı olan inanç ve ibadet haklarını engellemektedirler. Güvenlik tanımının bu kadar geniş olmasından dolayı, meşru olarak tanımasına rağmen Özerk Filistin Devletinin hiçbir şekilde kara, deniz ve hava ordusuna sahip olmasına müsaade etmemektedir. Bu noktada güç bakımından var olan dengesizliği daha iyi anlamak için; zaman zaman iki grup arasında yaşanan çatışmalarda Filistinlilerin ‘taşlarla’ İsraillilere karşı koymaya çalıştıklarını, ancak karşılarında gerçek silahlar ve çeşitli bombalarla çatışan İsrail güçlerinin var olduğunu görmekteyiz. İsrail güçleri, uyguladıkları orantısız güçle hiçbir zaman insanları öldürmekten geri adım atmamışlardır. Bu noktada eğer İsrail devletinin, hukuksal açıdan yargılanması yapıldıktan sonra, objektif olarak verilecek olan cezanın mutlak manada uygulanması sağlanabilirse ve devletlerin bu işgal durumuna ve Filistinlilerin özerk bir yapılanma hakkı olmasına rağmen bu hakları elde edemeyen Filistinlilere verecekleri destek sayesinde belki de İsrail’in bugüne kadar Filistinlilere karşı tanımadığı hakların tanınması gerçekleşecektir.

İsrail’in daha önce de bahsettiğim üzere Yahudi yerleşimcilerin durumu üzerine yapması gerekenleri bir türlü yapmaması ve daha da vahim olarak her geçen gün Doğu Kudüs’te bir bölgeyi hukuksuz bir şekilde ilhak etmesi sorunu karşımıza çıkmaktadır. Bu durum Oslo Barış Antlaşmasının, var olan işgali durduramadığını aksine antlaşmadan sonra bu işgalin arttığını bizlere göstermektedir. Sayıları tam olarak bilinmemekle birlikte, 5 milyonu aşkın Filistinli mültecinin Filistin topraklarına geri dönmesi veya tazminat alması gerekirken; İsrail, yaptığı ilhaklar sonucu her geçen gün var olan mülteci sayısını arttırmaktadır. Bununla da kalmayıp Filistinli yerleşimlerin olduğu bölgeleri yüksek beton duvarlarla ayırmakta, böylelikle demografik açıdan planlarını yürütmektedir. Filistinlilerin ‘Utanç Duvarı’ olarak isimlendirdiği bu duvarlar, zaten zor olan Filistinlilerin hayatlarını daha da zorlaştırmaktadır. Örneğin daha önceleri insanlar komşularıyla rahat bir şekilde iletişim kurabiliyorlarken birkaç gün içerisinde var olan bu iletişim kocaman duvarlar tarafından engellenebilmektedir. Bu durum eğitim alan çocukların okullarına birkaç dakika olan mesafelerini birkaç saate çıkartmaktadır.

İsrail’in bu baskı ve yıldırma politikalarına karşı, Filistin halkı var olma mücadelesini devam ettirmektedir. Bu noktada; her halkın kendi geleceğini belirleme hakkının (self-determinasyon)  Filistinliler için meşruiyeti, uluslararası hukuk bakımından da ortadayken ve BM’nin bu konuda ortaya koyduğu gelişmeler mutlak manada Filistinlilere yardımın gerekliliğini de gözler önüne sermektedir. Ancak İsrail’in keyfi uygulamaları ve dünyanın bu durumu görmezden gelmesi her geçen gün mağduriyetleri arttırmaktadır. Bu mağduriyetlerin bir gün bitmesi ve dünya geneline yayılmaması için yapılması gerekenin; İsrail’in uluslararası hukuk bakımından yargılanması ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasına zemin hazırlamak olacaktır. Çünkü var olan sistem, self determinasyon bağlamında bu hakları Filistinlilere tanımaktadır. BM, bu soruna karşı tavrını net bir şekilde ortaya koymadığı sürece uluslararası camiada geçerliliğini her geçen gün yitirmeye devam edecektir.

Bu noktada bağımsız Filistin devletinin kurulması için; “BM’nin 1967 öncesi sınırlara geri dönülmesi, Filistin halkının bugüne kadar uğradığı mağduriyetlerin giderilmesi, bağımsız Filistin devletinin silahlı bir güç olarak ordu teşkilatını oluşturması, kurulacak olunan bağımsız Filistin devletinin meşru güç kullanma tekelini eline geçirmesi, el- Fetih ve Hamas arasında ki siyasi rekabetin makul seviyeye düşürülmesi, birliğin sağlanması ve Kudüs’ün statüsünün mutlak manada bölgenin asıl sahibi olan Filistin halkına verilmesi veya BM’nin bölgede ki kontrolünün daha da güçlenmesi gerekmektedir.” Aksi takdirde İsrail, yalnızca Filistin toraklarını değil Golan Tepelerinde’ki işgal politikasında görüldüğü gibi civarında bulunan ülkelerin de topraklarını da ‘güvenlik’ gerekçesiyle işgal etmeye başlayacaktır.

Onur ŞANCI

Kaynakça

  • Aral, B. (2018). OSLO'PEACE PROCESS'AS A REBUTTAL OF PALESTINIAN SELF-DETERMINATION. Middle Eastern Studies/Ortadogu Etütleri10(1).
  • Özkoç, Ö. (2009). SAVAŞ VE BARIŞ: DOKSANLI YILLARDA FİLİSTİN-İSRAİL SORUNU. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi64(03), 167-195.
  • Berdal, A. R. A. L. (2020). Bitmeyen İhanet: Emperyalizmin Gölgesinde Filistin Sorunu ve Uluslararası Hukuk. İsrailiyat, (6), 98-125.
  • BALPINAR, Z. (2017). İsrail’in Devlet Kurgusu Güvenli Bir Yahudi Yurdu mu? Yoksa Güvenlikçi Bir Yahudi Devleti mi?. Güvenlik Stratejileri Dergisi13(26), 153-184.
  • Aras, İ. (2010). Filistin-İsrail arasındaki temel sorunlar ve Uluslararası Hukuk(Master's thesis, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü).
  • Öztürk, S. Ortadoğu’da Filistinli Mülteciler, Mülteci Kampları ve Sorunları Üzerine.
  • Batır, K., & Aras, İ. (2011). Self-Determinasyon Hakkı ve Filistin Devleti Bağlamında Filistin Sorunu. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi1(1), 146-164.
  • https://insamer.com/tr/uluslararasi-hukuka-gore-kudusun-statusu_3438.html

Yorum Yaz