İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Immanuel Wallerstein'ın anısına...
Wallerstein’nın modern dünya sistemi modelini geliştirmesi yaşadığımız dünyayı anlama çabasından kaynaklanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda meydana gelen değişimler, sosyal ve siyasi hayatta meydana gelen çalkantılar, hâkim olan bilim (pozitif ve ilerlemeci bilim) anlayışını kesintiye uğratmıştı. Toplumsal değişimler var olan bilimle açıklanmayacak kadar karmaşık bir hal almıştı. Modernleşme kuramı gibi sosyal kuramların gerçeği yansıtmadığı ortaya çıktı. Wallerstein’e göre bu sosyal meseleler ancak tarihsel bir yaklaşımla anlaşılabilirdi. Bu tarihsel yaklaşımını dile getirdiği “Modern Dünya Sistemi” isimli kitap serisi hepinizin malumudur. 1789-1914 dönemini anlattığı “merkezci liberalizmin zaferi” isimli cilt modern dünya sistemi kavramının ortaya çıktığı dönemi işlemesi itibariyle önemlidir. On dokuzuncu yüzyılda liberalizm teriminin zor terminolojik tarihine, onun belirsiz kullanımlarına ve ortaya çıkardığı karışıklığa farklı bir çözümleme getirmesi yönüyle literatürde önemli bir yer ediniyordu.
Bu ciltte modern dünya sisteminin üç ana ideolojisinin – muhafazakârlık, liberalizm ve radikalizm- gelişmesiyle, bu ayrışımı aşmayı zorunlu hale getirenin Fransız İhtilalinin kültürel etkisi olduğunu savunan Wallerstein Liberalizmin ne sağ ne de sol bir doktrin olduğunu, her zaman merkezci olduğunu ifade ederek bunu açıklamada tarihsel bir yaklaşımı benimsiyor. Merkezci liberalizmin, diğer iki ideolojiyi merkezci liberalizmin fiili tecessümlerine dönüştürerek, onları “terbiye etme” şekillerini göstermeye çalışan yazar yine merkezci liberalizmin ideolojisini üç önemli alanda nasıl dayattığını ayrıntılı olarak el alıyor. Bu üç önemli alandan birincisi, dünya sisteminin, Büyük Britanya ve Fransa’nın başlangıç ve en mühim örnekleri olduğu merkez bölgelerde “ liberal devletlerin” oluşturulmasıydı. İkincisi, yurttaşlık doktrinini katılım doktrininden dışlama doktrinine dönüştürmeydi. Üçüncüsü ise, tarihsel sosyal bilimlerin liberal ideolojinin yansımaları ve egemen grupların bastırılmış grupları kontrol etmesini sağlama biçimleri olarak ortaya çıkmasıydı. İşte yazımıza konu olacak “iki kültürün icadı” bahsi bu alanlarda içerisinde üçüncü alan olarak saydığımız tarihsel sosyal bilimlerin gelişiminde karşımıza çıkacak önemli bir noktayı işaret etmektedir.
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere Wallerstein’e göre Fransız İhtilali kapitalist dünya ekonomisinin -modern dünya sistemi- gerçeklikleri hakkında muazzam sonuçlar doğurdu. Bu sonuçların en önemlilerinden bir tanesi yeni bir bilgi sektörünün doğuşu oldu: Tarihsel Sosyal Bilimler. Merkezci liberalizmin bu büyük zaferi büyük bir hikâyenin doğuşunu da beraberinde getirdi. 19. yy. sonunda gerçek sosyal dünyada büyük bir değişim oldu; fakat gerçek sosyal dünyayı algılama, analiz etme ve sınıflandırma şeklimiz bu değişimden daha da çok değişerek – daha büyük bir değişim göstererek- yeni anlam/değer dünyalarının gerekliliğini zorunlu kıldı. 18. Yy. sosyal analiz ve sosyal teorisi geleneği yerini mecburi olarak tam ifadeyle sosyal bilim olarak adlandırdığımız şeye bırakmıştı. 19. yy. en büyük buluşu sayılabilecek sosyal bilim sosyal sistemlerimizin ve özelde modern dünya sisteminin nasıl işlediğiyle ilgili sistemli, örgütlü ve bürokratikleşmiş bir araştırma olarak ortaya çıkmıştı.
Hem yükselen ideolojilerin hem yeni bilgi sistemlerinin içeriği ve yapısı büyük bir karmaşa dönemini işaret ediyordu. Ne kullanılacak terminoloji ne de sınırlar belirlenememişti. Siyasi ve entelektüel savaşlar özellikle Büyük Britanya ve Fransa merkezli olarak işliyordu. Özellikle Fransız İhtilalinin doğurduğu siyasi, ekonomik ve kültürel sonuçlar Sosyal bilimin ortaya çıkışında ve gelişimdeki süreçte önemli bir yer tutuyordu. Ancak bununla beraber özellikle İngiliz romanın önemli temsilcilerinden C.P. Snow'un Cambridge’de 1959'da verdiği Rede Konferansı, edebi entelektüeller ile bilim adamları arasındaki kültür ve anlayış farkı konusunda, hâlâ devam eden önemli bir tartışma başlatmıştı. Tartışma giderek doğa bilimleri ile insan bilimleri alanında çalışanların birbirlerini anlamalarına engel olan iletişim kopukluğu üzerinde yoğunlaştı; bilim ile teknolojinin toplum için önemi ve eğitimin geleceği konusunda bir tartışmaya dönüştü. “İki Kültür” olarak isimlendirilecek literatüre kazandırılacak bu kavramın icadı bu ilk tartışmaların bir tezahürü olarak karşımıza çıkacaktı.
Avrupa’da sadece bir bilgi kültürünün olduğu – doğrunun, iyinin ve güzelin araştırılması-zamanlar yukarıda bahsi geçen farklılaşan ve karşıt epistemolojilere ayrılma durumu henüz ortaya çıkmamıştı. Bunun yerine, mevcut tek bilgi kültürünün kimin kontrolünde olacağı ile ilgili bir hesaplaşma süreci devam ediyordu. Kendi açısından tüm bilginin teolojik olduğunu, tanrının hakikatine imtiyazlı bir şekilde ulaşıldığını iddia eden kilise bilginin nihai aracısı olarak boy gösteriyordu. Biraz daha ileri dönemlerde modern dünya sisteminin oluşmasında kendilerini filozof olarak adlandıran ve doğrudan akıllarının kullanarak bilgiye ulaşacaklarını savunan teologlar ortaya çıkarak kilisenin dediği gibi doğa yasaları – doğruluk, iyilik ve güzellik- olduğunu savunuyorlardı. Böylelikle bu yeni filozof sınıfı kilisenin teologlarını bir kenara itmeyi başaracaklardı.
Ancak bu filozofların düşünceleri teologlardan çok daha fazla bir yardım sunmadı. Zira çalışmaları çok soyut görünüyordu, doğrudan uygulanmaları mümkün görünmüyordu. Ayrıca bu filozoflar da teologlar gibi bütün bilim dallarına hakim olduklarını ileri sürüyorlardı. Bu tartışma ve entelektüel arayışın en büyük sonuçlarından bir tanesi ise bu savaşta üniversitelerin zayıflaması oluyordu. Üniversiteler acı bir biçimde zayıflayarak bilginin oluşturulması ve yayılma merkezi olarak geri çekiliyordu. – Bu arada bu son cümlenin tezahürü olarak, acı bir şekilde bugün için aynı şeylerin yaşandığını düşünmekten kendimi alamıyorum.- Bu durum üniversitelere alternatif olan kurumların –College de France ve Royal Society gibi- ortaya çıkmasını sağladı. Süreç ilerledikçe bilginin nerede ve nasıl oluşturulabileceği daha büyük kafa karışıklığı yaratıyordu. Bugün de bilim olarak adlandırdığımız olguları tanımlayan terminoloji gelişmişti ancak terimler kayıtsızca ve değiştirilebilir şekilde kullanılıyordu.
Kafa karışıklığının arttığı dönemlerde doğa bilimleriyle uğraşanlar artık doğruluk araştırmasının teolog ve filozofların tekelinden çıkartılması gerektiğini dillendirerek bu araştırmaların ampirik gözlemlerin somut dünyasında yer almasının lüzumunu ifade ettiler. İlk zamanlarda prestiji düşük olsa da bu tezler gün geçtikçe daha çok insanı ikna etmeye başladı. Doğa bilimcileri -sözcük henüz ortaya çıkmamıştı- kendilerini hakikat araştırmasının tek muhafızı olarak sunuyorlardı. Üniversitelere yerleşerek yeni oluşmuş doğa bilimleri fakültelerinde örgütlenmeye başlamışlardı. Bu durum karşısında “beşeri bilimciler” teyakkuza geçerek benzer bir örgütlenmeye başlamak zorunda kaldılar. Böylelikle üniversiteler bilgi sistemlerinin yeniden üretim merkezi haline geldi. Ancak ortaçağ üniversitelerinden farklı olarak profesyonelleşmiş bir örgüt olarak akademisyenlerin gelirlerini üniversiteden elde ettiği disiplinlerarası ayrımlara dayalı tam zamanlı çalışma ve eğitime dayalı bir örgütleşme görülecekti.
Bu yapıya geçmek zor oldu. Oxford yeni kanunlar benimsedi. Yeni bölüm ve unvanlar oluşturdu. Edebiyat ve bilim fakülteleri arasında ayrımlar yapıldı – iki kültür ilk tezahürüdür- Akademisyenler üniversite hocası olmaktan ziyade iyi bildikleri bir dersi öğreten profesyoneller olarak, ekonomik temelli üniversite atamaları ve kitaplardan alınan telif haklarıyla gelir sağlayan kişiler olarak sahada yerini aldı. İlerleyen safhalarda “bilim” ve “beşeri ilimler” arasındaki epistemolojik fark ve kavga kurumsallaştı.- iki kültürün net tezahürü- İki kültürün ana konusu olarak da bilim metot açısından ampirik, tanım olarak nesnel ve mümkün olduğu kadar nicel kanunların peşinde bir etkinlik olarak tanımlanıyordu. Beşeri bilimler, Beşeri ilimler metot yorum-bilgisel olarak tanımlanıyor, genel kanunları indirgemeci yanılsamalar ve sonuç olarak tanım itibariyle nitel sayılıyordu. Daha sonra bunu nomotetik –belki diğer yazılarımızda nomotetik disiplinlerin kurulması bahsini de bu yazıya ek olarak yazmak gerekiyor- ve idiografik epistemoloji arasındaki fark olarak isimlendirecektik.
Sosyal gerçekliği anlama çabasının sosyal bilimlerin oluşmasına olan etkisi işte yukarıda bahsettiğimiz bağlamda gerçekleşti. Doğa bilimcilerin ve beşeri bilimcilerin ortaya çıkan bilgi alanını kontrol etme yetkisine dair tartışmaları veya başka bir söylemle tek kültürden iki kültüre geçiş aşaması böylece tezahür etti. O günlerden bu günlere miras olarak ise “ Sosyal bilimleri hangi yola girecek?” sorusu miras kaldı. Bilimsel yolu mu? Beşeri yolu mu? Bilim adamları bilimsel metot kullanılması gerektiğini çünkü fizik ve biyoloji için kuralların geçerli olduğu kadar insan etkinliği için de geçerli ve evrensel olduğunu iddia ediyorlardı. Beşeri bilimciler ise buna karşı, insanların doğa bilimcilerin iddiasının aksine kendi kaderlerini etkileyen bilinçli aktörler olduğunu ve dolayısıyla bu etkinliklerinin yasavari genellemelere tâbi tutulamayacağını söylüyorlardı. En nihayetinde bugün de göreceğimiz üzere bütünsel disiplin olabilen beşeri bilimler kolektif seçimlerini yaptılar. Yine de bireysel seçimlerini yapanlara da saygı duyarak güncel entelektüel hayata kadar ulaşmayı başardılar. Ancak modern dünya sisteminin etkisinden sıyrılmayı asla başaramadılar.
Oktay KAYMAK
Wallerstein, Immanuel. Modern Dünya Sistemi. Özener Matbaacılık. Çeviren Latif Boyacı. Cilt 4. 5 cilt. İstanbul: Yarın Yayınları, 2014.
WALLERSTEIN ÖZEL DOSYASI | "Sosyal Bilimleri Açın"-Gulbenkian Komisyonu | İlim ve Medeniyet
25.11.2019 / 14:20[…] ayrımların geçerliliği, sosyal bilimler mirasının ne ölçüde yerel görüşlü olduğu, “iki kültür” arasındaki ayrımın gerçekliği ve geçerliliği. (bkz. “İKİ KÜLTÜRÜN İCADI” BAZI […]