İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
19. yüzyıl, Fransız İhtilali’nin hemen ardından çalkantılı bir biçimde başlamış, yüzyıllardır süregelen imparatorluk geleneği ve çok uluslu devlet yapısı ağır darbe almıştır. Osmanlı İmparatorluğu; etnik açıdan zengin yönüyle çoklu dil ve dinden onlarca milletin bulunduğu geniş coğrafyasında isyanlarla yüzleşmek durumunda kalmış ve yeni asırdaki yükselen tansiyonun en merkezinde yer alan devletlerden biri olmuştur. 18. yüzyıl Osmanlı açısından Karlofça anlaşmasının verdiği ümitsizlik havasında başlamış, bunun akabinde 19. yüzyılın bitmek bilmeyen savaşları Osmanlı Devleti’ni yıkımın eşiğine getirmiştir. Siyasi-iktisadi bunalım ve savaşlarda alınan ağır yenilgiler sosyolojik yapıyı derinden etkilemiş ve aydınlar arasında terakkiye dair çözüm tartışmalarına ve fikir ayrılıklarına neden olmuştur. Bu bilgiler ışığında Osmanlı’nın son yüzyılına odaklanacak; Tanzimat yıllarının Osmanlı aydınının ezilmişlik psikolojisiyle kendi kültürünü tekrardan değerlendirmesini ve kültürüne bakışındaki yabancılaşma sürecini işleyeceğiz. Aynı zamanda, yabancılaşmayla birlikte karşılaşacağımız aydının öz Oryantalist bakışını ve kimliksizleşme periyodunu ele alacağız.
Self-Oryantalizm Serüveni:
Oryantalizm, Edward Said’in ifadesiyle, Batı’nın kendi sınırları dışındaki dünyayı öğrenme, etkisi altına alma ve tasarruf etme süreçlerindeki uğraşın tamamı olarak ifade edilir.[1] Batı son aşama olan kullanma aşamasına geldiğinde muhatabı olan Doğu toplumunu eritecek ve asimile edecektir. Oryantalizmin müdahale ettiği ve şekillendirmeye başladığı toplumlarda ortaya çıkan self-Oryantalizm (öz Oryantalizm veya gizli Oryantalizm) mana olarak; kendini Batı orijininden, Batı’nın izin verdiği kadar ve görmek istediği şekilde görerek tahlil etmek anlamına gelir. Sezai Karakoç bu durumu: (Kendi oymak ve ülkesini, kendi görenek ve ülküsünü, günü geçmiş bir uygarlığa yormak ve gerçek uygarlığı ben buldum sanrısına kapılmaktır) kelimeleriyle ifade eder.[2] Oryantilizmi Batı icadı bir silah şeklinde tarif ettiğimiz takdirde silahı doğrultan Batılı’dır ve öz Oryantalist de aynı silahı paylaşan Doğulu yoldaşı olmuş olur. Nihayetinde aynı cevherden icat olunan bu silahın namlusunun ucu otantik Doğulu’ya çevrilmiştir. Kendi kendini Oryantalize etme ise yine Said’in bahsinde geçer ve müsebbibleri bakımından incelendiğinde Doğu’nun karşısında ve Doğu’ya rağmen bir kuvvet olarak tanımlanabileceği gibi Said tarafından gizli Oryantalizm olarak nitelendirilir. Toplumun tepki verme potansiyelinin ve ideolojik mücadelenin içten kırılmasına sebep olan öz Oryantalizm, Oryantalist etkinin toplum üzerinde hegemonik kılınmasının yegane sebebi olarak görülmüştür.
Öz Oryantalizm, kolonyalizm sonrası zamanda modern kolonyalistler ile temas halinde olan entelektüeller tarafından uygulanan politik bir strateji olarak da göze çarpar.[3] Bilinçli veya bilinçsiz olarak entelektüeller kendi toplumunun temellerini dinamitlerken, kültürlerini daha parlak bir gelecek hülyası uğruna enkaza çevirmekten çekinmezler. Tanzimat örneğinde de olacağı gibi öz Oryantalizm bir bulaşıcı hastalık misali zihinlere nüfuz etmiş ve karşısında duranları da ötekileştirmiştir. Öz Oryantalizmin ortaya çıktığı her durum bir yeni ötekiyi meydana getirmeye başlar ve çıkmaz döngüye sebep olur. Bu durumu sonsuzluğa düşüş kavramı ile tasvir eden Cheng, öz Oryantalizmin çıkışını toplum içerisinde yeni toplumlar, şahıslar ve ötekiler yaratma sürecinde sonsuz döngü olarak ifade etmiştir.[4] Öz Oryantalist aydınlar tarafından bu durum; yenilenme, modernleşme süreci gibi gösterilse de aslolan bir yıkım ve entelektüel emperyalizmdir. Bu bağlamda öz Oryantalizmin uygulayıcısı ve yıkımın operatörü Batılı’dan ziyade, yerli aydındır.
Batı tarafından yüzlerce yıl Oryantalist bir nesne olarak görülen Osmanlı toplumu, Doğu’lu olarak kabul edilmiş, kültür, dil ve dini açılardan dikkatle incelenmiştir. Bu noktada Osmanlı modernleşmesi olarak adlandırılabilecek süreç (Osmanlı’nın son asrına istinaden) öz Oryantalist paradigmayı taşıyan, gerçekleştiren aydının ve yönetici elitin ellerinden zuhur etmiştir. Bahsi olunan modernleşme Osmanlı aydınının ardından Cumhuriyet aydını tarafından taşınmış, milliyetçilik sürecinin hız kazanması, yasa ve anayasaların üst yapısal bir değişiklikle Avrupadan kopyalanması gibi devrimlerle günümüz Cumhuriyetine kadar uzanan geniş bir süreci etkilemiştir. Nihai noktada kurulacak modern ulus devletin hatrına, hakim özün meşruiyeti ve henüz uydurulmuş değerlerin korunması adına kendi adetlerinin ve hafızasındaki doğruların kanunsuzluğuna, öz Oryantalist Türk aydını tarafından karar verilmiştir. Bunun yakın gelecekteki en çarpıcı örneklerinden birisi olarak 1934 yılındaki Türk Sanat Musikisi yasağı ve Batı müziğinin çalınması zorunluluğu gösterilebilir. Bu seviyeye gelen Oryantalizm, Said’in bahsettiği gibi bir Doğu-Batı dikotomisi değil bizzat Doğu’nun iç meselesi haline dönüşür. Artık Batılılaşma için Batı’ya ihtiyaç duyulmaz, yerli aktörler oto-asimilasyon sürecini terakki davası uğruna göğüslerler. Doğu’lu aktörlerin ürettikleri argümanlar en önce Doğulu’ya karşıdır. Doğulu aydının Batılı’ya karşı üretmeye çalıştığı argüman ise Batı’yı tekrar etmekten öteye geçemez. İlerici ve gerici tabirleri ulus devlet öncesi sürecin belirgin tavırlarından ve etiketlemerinden biri olur. Çok ulusluluk, çok dillilik ve çok dinlilik yapısının yıkıldığı bu süreçte, en reaksiyonist davrananlar; bildiklerinin asla yanılma payı olmadığını düşünen öz Oryantalist kanat olurken, karşısında bir şekilde durmaya çalışan görüş de Oryantalist perspektiften kaçamayarak ters reaksiyonist bir tavra bürünür. Nitekim aydınların yeni eleştiriler üretememesi, öz Oryantalizmin fikirleri kısırlaştırması ve iki yönlü reaksiyonizm, politik sürecin çıkılmaz bir hal alması ve despotizmle son bulur.
Aydının Yabancılaşması:
Karl Marx felsefesinin temel kavramlarından biri olarak alienation yani yabancılaşma bahsini görürüz. Marx’ın deyimiyle; burjuva, üretim araçlarını elinde bulunduran ve mülk sahibi sınıftır. Proletarya sınıfı üretim ilişkisi açısından sömürülür, emeğine rağmen mülkiyet talep edemez. Bu noktada yabancılaşma, Marx’ın bakış açısıyla, işçi sınıfının kapitalist düzen içerisindeki bozulma ve zihninin iğdişi sürecidir. Bu noktada yabancılaşma iki şekilde ortaya çıkar: Birinci olarak; insan doğaya alternatif bir doğa kurgular ve asıl doğadan kopar. İkincisi ise daha tehlikeli olup işçinin kendi emeğinden, kendi doğasından ve varlığından kopuş sürecidir.[5]
Karl Marx’ın yabancılaşmaya dair verilerini özdeş bir şekilde aydınlarda gördüğümüz yabancılaşmayla açıklamamız zor olsa da öz Oryantalizm’deki yabancılaşmayı kültürel emperyalizm ve kültürel kapitalizm perspektifinden baktığımızda algılayabiliriz. Osmanlı aydınının yabancılaşması sürecinde; Batılı, fikrin ve düşünme yetisinin sahibi ve temel üreticisi olarak karşımıza çıkar ve Doğu’nun fikir üretme potansiyelindeki aydınını dumura uğratır. Aydın; bağımlı bir düşünür, yani düşünemez konumuna gelir ve taklit üretici, merkezin yansıması haline dönüşür. Bu durumda kültürel kapital hep Batı’ya ait olurken, bu kapital için çalışan ve sınırları, düşünce dünyası limitlenmiş bir fikir işçi sınıfı ortaya çıkar. Öz Oryantalizmin hakim olduğu bu coğrafyada ikinci ve üçüncü sınıflıklar ikilemi ayrı bir problemdir. Ara form proletaryası olan ve artık ikinci sınıflığını da özümsemiş aydın, daha alt konumunda gördüğü kültüre karşı kibirli, sert ve tahammülsüz bir tavır takınır. Kendi kültür havzasını ve medeniyet mirasını redderek kendini inkar eden aydın dil olarak da başkalaşır. Batı dilleri, gözünde muasır medeniyetlerinin diline, ana dili ise köylünün ve cahilin diline dönüşür. Aydının ve halkın dilinin farklılaşması zamanla öyle bir hal alır ki; dil kültürel yabancılaşmayla halktan kopuşun, kendinden kopuşun ve yerli fikirden kopuşun kırılma noktası olur.
Osmanlı aydını 20. yüzyıla gelindiğinde, iki yüzyıllık Avrupa merkezli yabancılaşmanın etkisi altında kalmıştır ve yaşadığı kimlik belirsizliğinin kökeni buradan çıkar. Yine bunun sonucunda artık farklı fraksiyonlarda görülen fikirler dahi temel noktada Batı’dan aldıkları çarpık esintiten kurtulamamış, fikir farklılıklarının da zenginliğini tüketmişlerdir. Aydının kafa karışıklığı tarihsel temellendirmenin problematiğinden kaynaklanır: Modern Batı düşüncesi Antik Yunan, Roma medeniyetlerinden beslenmiş Rönesans süreci geçirmiş, Skolastik düşünce ve materyalist fikir çatışmalarıyla yoğrulmuştur. Temelinde büyük toplum hareketleri, ulus devlet çatışmalarından başlayıp coğrafi farklılıklara kadar pek çok kendine has nitelikleri taşımasının yanı sıra bir de Karanlık Çağ yaşamıştır. Bununla birlikte Antik Yunan kültürünün, Roma İmparatorluğu’nun ve Rönesans’ın Akdeniz medeniyetlerinden, Mısır, Çin ve Arap düşüncesinden bağımsız geliştiğini düşünmek mümkün değildir. Braudel, Batı’nın İslam medeniyetinden ve öncesindeki Doğu medeniyetlerinden beslendiğini ve bunu kabul etmenin de; dahiyane bir şekilde her şeyi kendi icat eden ve yaratan Batı tezinden vazgeçmek olduğunu vurgulamıştır.[6] Fakat, son yüzyıllara noktayı koyar mahiyette, Batı’nın işgalci politikaları dünyanın dört bir tarafını kana bulamış, hükümranlığını kabul ettirmiş ve kazanan rolüyle de Doğu için modernitenin babası konumunda görülmüştür.
Mekteplerden Öz Oryantalizmin Mabedlerine:
Osmanlı’da ilk Batılılaşma hareketleri eğitim eksenindeki değişim ve padişahların girişimleri ile başlamıştır. Osmanlı tarafından ağırlıkta olarak öğrenci ve nazırlar Avrupa’ya eğitim ve gözlem maksatlı gönderilirken, Avrupa’dan Osmanlı’ya öğretmen ve öğretmen görünümlü misyoner ihraç edilmiştir. Lale devrini müteakiben 1734’te açılan ve ilk Batı tarzı eğitim veren okul olan Hendesehanenin arkasından binlerce Batı tarzı eğitim veren okul açılmış, buralarda kültürel emperyalizmin ilk kıvılcımları tutuşturulmuştur. Nitekim 1897 yılına gelindiğinde yabancı okul sayısı 6 bin 739’a[7], II. Meşrutiyet’i takiben de 13 bin 18’e çıkmıştır.[8] Bu tarihte orta öğretim düzeyinde okuyan öğrencilerin yarıya yakını Batılı tarzda okullarda okumakta, öğrenciler birbirinden farklı formasyonlar ve müfredatlar takip etmektedir. Eğitim sistemi yeni nesilleri Oryantalist bakışla yetiştirmiş ve Oğuz Atay’ın adeta bunun üzerine yazılmış gibi duran cümlesine evrilmişti: (Düzeni çok iyi kurmuştunuz. Hep bizim adımıza, bize benzemeyen insanlar çıkarıyorduk aramızdan.)[9]
Üsküdar Amerikan Kız Koleji’nden mezun ilk müslüman kız olarak bilinen Halide Edip Adıvar, bir İngiliz Gazetesi’nde yayınlanan Türk Kadınının Geleceği başlıklı yazısında fikirlerini şu şekilde ifade etmiştir:
İstikbaldeki kız okullarımızda İngiliz etkisinin yerleşmesi ve İngiliz lisanının öncelikli dil olarak öğretilmesi için elimizden gelenin en iyisini yapacağız... Özellikle İngiltere ve Amerika'da ziyadesiyle medenileşen kadınlığa bugünkü Türk kadının haykırışı şudur: Medeniyet görmemiş yerlere gidin ve bize öğretin, kenar mahallere doğru inin. İngilizlerin, Türkiye'nin dört bucağına okullar açmasını Türk anneleri sevinçle kabul edeceklerdir...Ekmek ve sudan, diğer isteklerimizden daha çok, bilgi ve Anglo-Sakson etkisini arzu ediyoruz. (Jenkins, 2008)
Batıda okuyan veya Batı eksenli kurulmuş okullarda yetişen kadrolar Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve sonrasında İttihatçılar olarak karşımıza çıkar. Osmanlı aydınının içinde bulunduğu kimlik sorunu bu kadrolarla sesini duyurmuş, adeta kimliksizlerin örgütlenmesi sürecini ortaya çıkarmıştır. İlk nesil Osmanlı aydını dinin ve kültürün gelişmenin önündeki asıl engel olup olamayacağını tartışmaya başlamış fakat bunu dolaylı olarak dile getirmiştir. Gelenek ve dini, Batılılaşmanın önünde en büyük engel olarak gören son dönem Osmanlı aydınları arasında tartışmalar (Batılılaşma ve Gelenekçi) kamplaşmasında cereyan etmiş, gelenekçilik bir noktada İslam’ı da kapsamıştır. Batılılaşma savunucuları dini, yenilginin sorumlusu ilan etmelerinden dolayı yukarıdan, inmeci ve zorlamacı tavırla eski kültürü ve dini olabildiğince dar alana hapsetmeye çalışarak adeta ideolojik bombardımanla Batılı kültürüne yer açmaya çalışmışlardır.
1839’da ilan edilen Tanzimat fermanı dayatma suretiyle Padişah garantörlüğünde yayınlanıyor ve artık Osmanlı’nın fikirsel sınırlarını çiziyordu. En öncelikle yabancı elçilere devlet eliyle neşrin ulaştırılması fermanın nasıl bir zeminde yayınlandığını ortaya koyar.[10] Osmanlı’ya zorla adım attırılmaya çalışılan ve Osmanlı aydınlarının Batılılaşmalarına alkış tutulan durum ise Oryantalizmin doğru işletilmesi planı ve bu denklemde de Batı tarafından sömürgecilik ilişkisinin daha rahat kurulabileceği zeminin oluşturulmasıydı. Osmanlı aydını arasında cereyan eden gelenekçilik ve Batıcılık tartışmasına geri dönersek kısaca diyebiliriz ki; ortaya çıkan düalizm yabancı özel sermayesinin ve Batı’nın sömürge düzeninin sağlanmasının faydasına çalışırken, geniş halk kitleleri için hiç bir fayda vermemektedir.[11]
Tanzimat paşaları Avrupa’ya benzemek noktasında sınır tanımamışlardır: Jön Türklere göre Avrupai hürriyet anlayışı birebir uygulanması gerekirken, İttihatçılar benzer fikirleri milliyetçilik ekseninde savunmuşlardır. Okullarda gördüğü ve Avrupa merkezli gelen her fikri ve yeni akımı taklit derdinde olan Tanzimat aydınının kafası karışıktır. Aydının kafasının karışık olmadığı tek nokta ise ithal edilen fikirlerin doğru olduğu kanısı ve Avrupalı müfekkirlerin hep en iyiyi ortaya koyduklarıdır. Hem fikirsel hem de ideolojik bağımlılık aydının düşünme yetisine ket vururken, Avrupa’nın ırkçı, emperyalist ve kendi merkezinde saplantılı yüzünü görmesine de engel olur.[12]
Aydınlanamayan Aydınlar:
Ali Suavi, Ahmet Rıza Bey, Ziya Paşa, Abdullah Cevdet, Namık Kemal ilk dönemin önemli aydınlarından olmakla birlikte, fikirsel noktada aynı çizgide bulunmamaları ortak bir hareket oluşturmalarına mani olmuş ve memur-aydın olmalarının maddi-manevi bağıyla da devletin otoritesinden çok dışarıda kalamamışlarıdır. Daha çok devleti nasıl kurtaracağız derdiyle öz Oryantalizmi üreten bu aydınlar, devlete karşı duramayışlarının sonucunda da aflarla başka memuriyetlere atanarak hayatlarına devam etmişlerdir. Namık Kemal kendi pencesinden Batılılaşma fikrini şöyle ifade eder: (Ma’rifet güneşi Batıdan doğdu. Eski medeniyetin kıyamet sabahı geldi yetişiyor.) Tüccarzade İbrahim Hilmi de Avrupalılaşmayı şu şekilde savunuyordu:
“Eğer bugün bu medeniyetten daha yüksek, daha kuvvetli bir medeniyet bulunsaydı, onu almaya çalışırdık. Avrupa medeniyeti bugün bütün dünyayı istila etmiştir. Eski medeniyetlerden ve çağdaş milletlerden hiçbiri buna karşı gelemiyor, dayanamıyor… Bu medeniyete karşı dayanmak isteyenler, er-geç eziliyor, kuvvet ve haşmeti őnünde her devlet baş eğiyor.” (Hilmi, 1997)
Abdullah Cevdet ise aynı noktada; Batı’nın emperyalizm değil, coşkun bir sel ürettiğini belirtiyordu. “Bir ikinci medeniyet yoktur. Medeniyet, Avrupa medeniyetidir” söylevinin çoklu-modernlikler anlayışını da mahkûm ederek oluşturduğu sistem dünyası, alternatif yaşam dünyaları için önemli bir tehdit olarak zuhur etmiştir. Batı hayranlığının geldiği son noktayı belirtmek adına Prens Sabahattin’in yabancı devletlerin Osmanlı Hükümetine müdahale edilmesini istemesi örnek verilebilir.
Aydının bir diğer sorunu ise devleti kurtarmayı düşünmekten halkı düşünememiş veya kasten düşünmemiş olmasıdır. Halktan kopuk ve sivil toplum anlayışından uzak kalan aydınlar kendilerini devlete endekslemiş, katı devlet yapısının üzerine de çıkamamıştır. Halkçılık bahsi açıldığı yerde aydınlar halka demokrasi getirmekten ziyade kendi iyisini dayatmayı gerekli yol olarak görmüştür. Devletin kutsallığı prensibine bağlı yaşayan aydın bir tatlı su balığına dönüşmüş resmi ideolojiye karşı direnmeyi ve dik duruşu öğrenememiştir. Bir diğer deyişle Osmanlı aydın tipi sivil olmadığı gibi devletçi, memur, militarist bir çizgide kalmış ve halkından da derin uçurumlarla ayrılmıştır. Bu sebeple onlarca yıl kendi içerisinde halka inmekten söz eder, kendi değerlerine, toplumuna olan yabancılığını itiraf eder. Özetle bu aydın profili kendi yalınkat düşüncesini aşamamış, kendi bulunduğu toplumun dinamiklerinin farkındağılına varamamış, kısaca kendi bilincine de ulaşamamıştır.[13] Tanzimat aydınının tartışmasını çözümleyemediği, kendi karakterlerinde ve fikir yapılarında da oturtamadıkları ikicillik; Batı’lı rolünü iyi oynayamamanın yanı sıra bazen aydını aşağılık kompleksinden kaynaklanan Batıya karşı sert çıkışlara iter.
Osmanlı aydınında, Doğu-Batı tartışması temel ayrım noktasını din yani İslam özelinde ortaya koymuştur. İslam düşüncesi ve medeniyetinin Batı’nın Batı olabilmesinde ve insanlığın elde ettiği fikirsel gelişimin tarihsel sürecindeki yeri doğru tahlil edilememiştir. Rönesans sürecinde dogmatik-reaksiyonist dini fikir çemberini kıran Batı yeni aydınlanmanın sancılarını yaşarken, aynı dönemin Rönesans önderlerinden Fatih’in İstanbul merkezli kurduğu İslami fikir akımı zenginlik ve ihtişam devrini yaşamakta, farklı fikirleri kaynaştırmaktaydı.[14] Nitekim özünde, Batı medeniyeti de diğer medeniyetlerden bağımsız gelişmemiş, insanlığın ortak mirasından oluşan bir medeniyettir. Fakat bakış açısında at gözlüklü ve öz Oryantalist Osmanlı aydını, hayranlığın verdiği sarhoşlukla Sadrazam Mustafa Reşit Paşa örneğinde olduğu gibi İngiliz elçisinin elini öpmekten bile geri durmuyordu.
Recaizade’nin Bihruz Beyi Kimdir:
Öz Oryantalist bakış, yabancılaşma, kimliksizleşme ve Tanzimat aydınının bu bağlamlardaki yerini tartıştıktan sonra 19. yüzyılın sonunda yayımlanmaya başlayan Recaizade Mahmut Ekrem’in Araba Sevdası kitabından Bihruz Beyi ve dönemin eleştirilen profilini tahlil edeceğiz. Bihruz Bey karakteri; müsrifliği, vurdumduymazlığı, sorumsuzluğu ve cehaleti yönüyle Tanzimat dönemi aydınını temsil edemeyecek kadar vasat olsa da bazı gerçeklikleri yansıttığı da muhakkaktır.
Konuştuğu ve düşündüğü dil yönünden Bihruz Bey tam bir karmaşa ve çıkmaz içerisindedir. Ana dili olan Türkçe, rakip bile görülmeyen Fransızca’nın karşısında hiçbir kıymeti olmayan alelade bir dildir ve bu sebeple Bihruz Bey’in hanesi ile olan iletişiminde dahi tercih edilmez. Bihruz Bey’in Fransızcası da aslında tam bir rezalettir. Bazı kalıpları söyleyebilmek dışında kurabildiği cümle olmamakla birlikte Fransızca bir okuma ve fikir mülahazası yapması da mümkün değildir.[15] Bu çarpıklık aslında Bihruz Bey’in Batı medeniyetiyle olan uyuşmazlığını gözler önüne serer. Özendiği Batı aslında kendine çok uzak ve karakter olarak da Batılı’ya dönüşümü imkansıza yakındır. Görünümde ise tam bir Batılı’dır; takım elbisesinden çorabına, bastonundan mendiline özenle seçilip bezenmiş, Avrupalı mösyö olmuştur. İlk fırsatta evden Farsça ve Arapça hocalarını başından savması da eski medeniyeti ve Doğu ile kavgasını sembolize etmesi açısından çok önemlidir.
Bihruz Bey’in babası vefat etmiştir, bir bakıma başsız, devletsiz, bir medeniyet kavgasının yenilmiş yalnız bir çocuğudur. Medeniyeti ile olan bağlantısının kopmuşluğu, diline yabancılaşması gibi süreçler metaforik yetimlikle tarif edilebilir. Ona görünürde babalık yapan Fransızca hocası, sahte bir yakınlık içerisinde olan Batı medeniyetini temsil eder. Bihruz Bey’i mutlu hissettirdiği zamanlarda bile onu aslında soyar, mülkünü gasbetmekten çekinmez. Fransızca hocası gözünü boyadığı Bihruz Bey’in hem hayranı olduğu karakter hem de farkına varamadığı medeniyet celladıdır. Öz Oryantalist’in can çekişme sürecini Bihruz Bey’in ve hocasının yaşadığı bu yalan aşk en iyi şekilde simgeler.
Bihruz Bey ile dönemin aydınını tekrardan kıyaslayacak olursak, kitapta belki de çok abartılı diyebileceğimiz tasvirlerin aslında epey gerçeği yansıttığına şahit olabiliriz. Osmanlı aydınının küçük bir zümresi yabancı dillere ana dili düzeyinde maruf olmuş ve eser verebilmiştir. Fakat yine de bu eserler Batı edebiyatı ve fikriyatıyla mücadeleye girişebilecek veya aynı düzeye çıkabilecek çapta değildir. Aydının iyi dil bilmesi tercüme veya taklit eser yazmasına, iyi bir Batı takipçisine dönüşmesine hizmet etmiş, özgün bir akım başlatmasına imkan açmamıştır. Tabi Batı dillerine Bihruz Bey düzeyinde yabancı kalanlar olmuşsa da biliyor taklidi yapmayı tercih etmişler, ecnebi dil bilmeme rezaletine! asla duçar olmamışlardır. Yabancı dil, giyim, adab-ı muaşeret ve tarzları bakımından Avrupalı olmuş Osmanlı aydını, Avrupalı aydına yenilik ve ilim peşinde koşması yönüyle hiç benzeyememiştir. İcat yapan, fikir ve felsefe üreten, kaide ve metodoloji yazan Batılı aydın bu yönüyle Osmanlı aydınında karşılık bulmaz. Bihruz Bey ve türevleri hazır para ve emek yiyerek, en iyiyi ve doğruyu bildiği sanrısıyla yukarıdan hakikati empoze etmeye çalışır. Bu aydın zümre bal yapamayan arı misaline benzediği gibi bir icat, fayda ve yenilik ortaya koyması da beklenemez.
Sonuç:
Osmanlı aydını ister istemez dini, kültürel, sosyolojik yapısı ve tarihsel süreci gereği hiçbir zaman Batıya ait olamamıştır. Kendini kabullenemeyişi ve kendini reddi neticesiyle Doğulu da olamamıştır. Öz Oryantalizm, aydının konumunu ve değerini kaybetmesine sebep olduğu gibi kendisi için geri dönüş yolunun da kendi kültürünü sahiplenmekten ve kendi ile barışmaktan geçtiğini anlayamamasına neden olmuştur. Tanzimat aydını yabancılaşmaktan kaçınarak özgürce kültürünü yaşayabildiği, emperyalizmi ve sömürgeciliği uluslarası düzeyde reddedip karşı koyduğu vakit öz Oryantalist çıkmazı aşabilecek olup bu nosyonu kavramaya da epey uzaktır. Entelektüellik sıfatından fersah fersah uzak Tanzimat aydını, kendi ezilmişliğini yenebilmek için yine ezdiği halkının ve kültürünün yanında durması gerektiğini bilememiş, olayları tarihsellik ve nesnellik içerisinde değerlendirememiş, reaksiyonist tavrıyla da kimliksizleşmiş ve kendine yabancılaşmıştır.
Abdullah SAK
Kaynakça:
[1] Said, E. (1991, Şubat). Oryantalizm. İstanbul: Pınar Yayınları.
[2] Karakoç, S. (2016). Çağdaş Batı Düşüncesinden. İstanbul: Diriliş Yayınları.
[3] Pratt, M. L. (1991). Arts of the Contact Zone. Profession 2006, 33-40.
[4] Cheng, M. (2009). An Acoustic Fourth World. Acoustic interculturalism (s. 37-57).
[5] Marx, K. (2011). 1844 El Yazmaları. Ankara: Sol Yayınları.
[6] Braudel, F. (1993). Maddi Uygarlık, Ekonomi ve Kapitalizm. Ankara: Gece Yayınları.
[7] Mutlu, D. Ş. (2005). Osmanlı Devleti'nde Misyoner Okulları. İstanbul: Gökkubbe Yayınları.
[8] Canyaş, H. C.-O. (2012). Osmanlı’dan Günümüze Misyonerlerin Kültürel Alandaki Faaliyetleri. Tübar, s. 4-20.
[9] Atay, O. (2000). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayıncılık.
[10] Rasim, A. (1987). Osmanlı İmparatorluğu’nun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri. Ankara: Çağdaş Yayınları
[11] Cem, İ. (2008). Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi. İstanbul: Cem yayınevi.
[12] Başkaya, F. (1998). Akıntıya Karşı Yazılar. İstanbul: Öteki Yayınevi .
[13] Hilav, S. (1970). Felsefe El Kitabı. İstanbul: Gerçek Yayınevi.
[14] İnalcık, H. (2003). Mehmet II. İslam Ansiklopedisi (s. 395-407). içinde Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı.
[15] Ekrem, R. M. (2014). Araba Sevdası. İstanbul: İletişim Yayınları.
https://www.ilimvemedeniyet.com/oryantalizm-nedir-kokeni-ve-tarihsel-gelisimi.html
http://www.ilimvemedeniyet.com/batiyi-batiya-gosteren-ayna-edward-said.html
http://www.ilimvemedeniyet.com/batiyi-batiya-gosteren-ayna-edward-said.html
KİTLE TOPLUMU VE BİREY | İlim ve Medeniyet
10.01.2019 / 10:31[…] derinlik kazanmasıyla ve daha öncesinde Marx’ın ‘yabancılaşma teorisi’nde belirttiği üzere; bireyin değeri gittikçe azalmaktadır. Bireyin, kendi iradesini […]
MARX, WEBER VE DURKHEİM'DE MODERNLEŞME OLGUSU | İlim ve Medeniyet
10.01.2019 / 10:21[…] yaptığı işin çekiciliğini yok edip, insan emeğini bir nesne haline dönüştürerek “yabancılaşma”yı meydana […]