Suriye…*
5 yıldır dinmeyen savaşın darmadağın ettiği bir ülke. Dünya güçlerinin üzerinde kozlarını paylaştığı o kadîm topraklar.
Muhalifler ile rejim arasında yapılan görüşmeler sonuç vermiyor ve savaşın yakın tarihte biteceği beklenmiyor. Milyonlarca insan bu savaş ile evinden, topraklarından, yurdundan göç etmek zorunda kaldılar ve büyük bir kısmı ülkemize sığındılar.
Bugün etrafımızda çokça gördüğümüz Suriyeli muhacirler… Ülkemizdeki sayıları 3 milyona yaklaşan muhacir kardeşlerimiz. Peki kimdi bunlar? Ne demekti evsiz kalmak? Evini barkını terk edip çadır kentlere sığınmak ya da vatanından tamamen biçare göç etmek zorunda kalmak? Ne demekti arkanda aileni, ölülerini bırakarak çıkıp gelmek?
Muharrem 1436 / Kasım 2014
Hatay Reyhanlı’da sabahın erken saatlerinde 3 arkadaş Suriye’ye geçmek için hazırlık yapıyorduk. 4. yılına giren savaşın yıktığı Suriye’yi gidip görmek, neler yaşandığını anlamak, insanlarla hemhal olmak niyetindeydik. Lakin gidince ne ile karşılaşacağımızdan bihaberdik. Ömründe daha önce hiç Türkiye dışına çıkmamış 3 üniversite öğrencisi, savaşın milyonlarca insanın canını yaktığı, toprağa dökülen ve dökülmekte olan kanların henüz taze olduğu yere gidiyorduk.
Sınır yolunda ilerlerken zihnimde uçuşan binlerce soru vardı. Nasıl bir yer bu Suriye? Nasıl bir halkı var? Kültürleri bize ne kadar benziyor? Savaş nedir? Nasıl yıkar? Nasıl öldürür? Ölüm korkusu nedir? Bomba korkusu, kurşun korkusu? Kaybetmek nedir? Aileni, evini… Çadırda yaşamak nedir? Dışarıdan getirilip dağıtılan ekmek ile yaşamak nasıldır? Savaşta çocuk olmak nedir? Anne olmak? Baba olmak?
Cilvegözü Sınır Kapısı’nı geçtikten sonra düzen kendisini kargaşaya bıraktı. Müthiş bir kalabalık, nereye gittiği belli olmayan yüzlerce insan… Sınır kapısında kontrolü sağlayan silahlı muhalifler dikkatimi çekti önce. ‘Algılarımıza yerleştirilen asker figürü’ ile uzaktan yakından alakaları yoktu. Zihnimde hızını arttırmaya çabalayan lokomotif misali bağıran merakım beni bütün korku ve çekincelerden uzaklaştırıyor, ileri atılmaya teşvik ediyordu.
Vardığımız ilk kamp Türkiye sınırına yakın ve Türkiye’den bir yardım derneği tarafından inşa ettirilmiş ve aynı dernek tarafından ihtiyaçları karşılanmaya çalışılan bir kamp idi. Suriye’nin farklı şehirlerinden kaçıp gelen insanlar kampı doldurmuşlardı. Arabamızdan ilk indiğimizde birkaç çocuk geldi yanımıza. Bizden aldığı şekerlerden sonra kuvvetlenen seslerini kampa duyurmaları ile hızlıca kamptaki tüm çocuklar etrafımızda toplandılar. Çocukları ilk gördüğümde bir tokat yedim. Bu çocukların bizim çocuklardan hiçbir farkları yoktu. Hani burası başka bir ülke idi? Hani farklı bir halk ile muhatap olacaktık? Hani onlar Suriyeli biz Türkiyeli idik? Bu çocuklar bizim çocuklarımız ile aynı bakışa, aynı gülüşe, aynı simalara sahip. Sanki Anadoluda bir köye gelmiş de kendi çocuklarımıza bakıyormuş gibi hissettim kendimi. Peki kim inandırdı bizi bu insanlarla farklı olduğumuza? Konuştuğumuz dil farklı diye mi bu sınırlar? Şırnaklı bir Kürd ile Yozgatlı bir Türk aynı lisanı mı konuşuyorlar? Neden onlar aynı toprakları paylaşabilmiş de Hamalı, Kablı bu çocuklar ile aramıza büyük hudutlar çekilmiş?
Yetişkinlerin derdini dinledikçe yolculuk boyu kafamda dönen sorular yavaş yavaş bir kenarda toplanmaya düzene girmeye başladılar. Bir kadının ‘’Ezan sesi duyacağımız bir mescidimiz dahi yok’’ demesi ile bir tokat daha yedim. Bunca zorluğun, sefaletin içerisinde kadının kendine dert edinip acıyla bize yakındığı şeyin mescit eksikliği olması o an hiç beklemediğim bir şeydi. Bir düşünün. Kampta elektrik yok, insanlar çadırlarda yaşıyorlar, yiyecek sıkıntısı var, hava soğuk ve önemli bir soba eksiği mevcut ancak kadın bizden çok dikkat çekicidir ki önce mescit istiyor. Geçtikleri büyük imtihanın içerisinde belki de imanlarını arttırarak kazanç elde ediyorlardı.
O kamptan ayrılarak 2 kamp daha gezdik. Hepsinden gözlemlediğim iki önemli şey var idi. İlki çocukların bizim çocuklarımızdan çok da farklı olmadığıydı. İkincisi de çocukların her zaman her yerde çocuk olduğu, ötede beride bomba patlar iken savaş devam eder iken burada çocukların gülüp oynadıkları, koşuşturdukları gerçeği idi. Hepsinin yüzünde bir burukluk vardı lakin çocuktu onlar. Yaşlarının hakkını verircesine etrafımızda koşuşturup gülücükler saçarak göz pınarlarımıza coşkunluk veriyorlardı. Peki böyle neşe ile etrafımızda dolanan çocuğunu yedirip içiremeyen, barınma imkânı sunamayan, ölen yakınlarını geri getiremeyen, yıkılan evde kalan oyuncaklarından ona tekrar veremeyen babanın çocuğuna bakışını görmek ister miydiniz? Bir babanın o ezilmiş, eğilmiş bakışları… Düşünmesi ömür kısaltan bu çaresizliği yaşayan yüzlerce baba görmek sağlam yürek bırakır mıydı müslümanın bedeninde?
Bir nesil yetişiyor bu kamplarda ve bu çocukların hepsi güzel günlerin geleceğinden umutlu, zafer gününü bekliyorlar.
Ramazan 1436 / Temmuz 2015
Şehzade Camii’nde ön saflara yakın bir yerde oturmuş kendi halimde bir şeyler okuyordum. Küçük bir çocuk yanıma geldi ve Suriyeli olduğunu söyleyerek maddi yardım istedi. Güzel bir çocuktu. Oturttum yanıma. Türkçeyi çok az anlıyordu ve konuşamıyordu. Kürd mü yoksa Arab mı olduğunu sordum. Kürd olduğunu ve Kürdce bildiğini söyledi. Ortak bir lisan bulduktan sonra küçük arkadaşım ile sohbete daldık. Adı İsa idi. 6 yaşında, aslen Qamişlolu imiş. Lakin Kobani’de yaşıyorlarmış ve oradan gelmişler Türkiye’ye annesi, babası ve iki erkek kardeşi ile. Camiinin içinden birlikte çıktık. İsa, bana avluda oturan bir kadını göstererek annesi olduğunu söyledi ve beni onun yanına götürdü. Annesi yaşadıkları hayat şartlarından ve zorluklardan bahsetti ve sonuna ekledi ‘’Bunları, sizden para istemek için anlatmıyorum. Biz, aynı milletteniz. Bakın bunlar bizim başımıza gelenler. Haberdar olun, bilin diye anlatıyorum.’’ diye ekledi. Sırtıma tek başıma kaldıramayacağım mesuliyeti yüklemek için yeterli bir cümle idi. 6 yaşındaki küçük dostum İsa’nın fotoğrafını çekerek sosyal medya hesaplarımda paylaşıp hikâyesinden bahsettim biraz. Başlarına gelenlerden haberdar olsunlar, bilsinler diye.
Ramazan Bayramı yaklaşmakta idi. Birkaç hayırsever yardımda bulunmak için benimle irtibata geçtiler ve İsa ile iki kardeşine aldıkları bayramlıkları ve bir miktar erzakı ulaştırmam için ricada bulundular. İsa’nın evinin yerini öğrendim. Doğma büyüme İstanbullu olan oğluna nazaran çok daha iyi Kürdce konuşabilen annemi ve teyzemi de yanıma alarak bayramdan hemen önce asgari ücretin yarısından biraz fazla bir fiyata kiraladıkları bodrum kattaki dairelerinin kapısını çaldım. Annesi, babası, 2 yaşındaki kardeşi İmad ve İsa karşıladılar bizi. Evde; yerdeki halı, minderler, bir vantilatör ve ev sahibinin bıraktığı buzdolabından başka eşya yoktu. Baba ile başlarına gelenler hakkında konuştuk. Kobani’de aile büyükleri ile güzel bir hayatları var imiş. Bir bomba ile evleri yıkılmış. Annesi ve babası orada ölmüşler. Kız kardeşi çatışmada ölmüş. Kendisi de savaşırken çatışmada ağır yaralanmış. Türkiye’ye gelmişler. Gaziantep’te ameliyat olmuş. Sol bacağına platin takılmış. Kurşunun parçaladığı bir böbreğini de almışlar. Yürüme problemi çekiyor. Vücudunda derin ameliyat izleri var. Bunca yara alıp da kurtulmuş olmasından ötürü çokça şükrediyordu rabbine. Bacağının durumundan ötürü elinden her iş gelmiyor ancak ufak tefek işlerde çalışarak para kazanmaya çalışıyormuş. ‘’Eviniz buraya yakınsa ve eğer isterseniz size Arapça öğretirim, tahsilim var.’’ teklifini yaparak da bizleri mutlu ediyordu. ‘’Türkiye olmasaydı biz nereye giderdik? Allah Türkiye’den razı olsun. Bize kapıları açtılar, bize sahip çıktılar.’’ diye dua ediyorlardı karı koca.
Bayramlıklarını giyen İsa ve küçük kardeşi İmad’ın neşesi evin dört duvarına yansımıştı. Bir dostumun ifadesi ile ‘’Bayram gelmeden önce iki tatlı bayram şekeri almış’’ olarak evlerinden ayrıldım.
…
Türkiye gibi birkaç nesildir böylesi büyük bir savaş görmemiş bir ülkede yaşayan son nesiller olarak bizim bu yaşananları tam olarak idrak edebilmemiz pek mümkün görünmüyor. Hemhâl olamadığımız insanların hal hareketleri üzerinden ön yargılı olup peşin hükümler verebiliyor ve bazen onlara karşı acımasız olabiliyoruz. Örneğin zihinlerde şöyle bir soru ve algı var: ‘’Erkekler neden ülkelerinde kalıp savaşmıyor da kaçıp buraya geliyorlar? Biz Kurtuluş Savaşı’nda yokluk içerisinde nasıl savaştıysak onlar da savaşsın’’ Ancak bu yanlış bir mukayesedir ve şartları bilmiyor olmanın getirdiği bir sorudur. İnsanlar kendi devletinin ordusunda başka bir devlete karşı savaşmıyorlar. Kendi devletleri ile savaşıyorlar ve düzenli bir orduları yok. İrili ufaklı birçok silahlı örgüt mevcut ve bunlar düzenli bir devlet ordusu ile karıştırılmamalıdır. Ayrıca her biri farklı bir ideoloji ile bölünmüş, birbirleri ile de savaşan örgütler. Kimin ne olduğu, kimden yana olduğu belli değil iken doğrunun/haklının kim olduğunu bilmeden kimin yanında savaşa girilebilir? Ayrıca siz sadece karadan hareket edebiliyor iken karşınızda kendi devletiniz başınıza her gün uçaklardan varil bombaları yağdırıyor. Bir anda her yer yıkılıyor darmaduman oluyor. Bu orantısız bir savaş. Sizin çocuklarınız aileniz olsa bu durumda ne yaparsınız? Ne yapabilirsiniz? Yapılacak şeyler çok sınırlı olduğu için insanlar kaçmayı tercih ediyorlar. Savaşanlar savaşıyor ancak çıkıp gelenler için ‘Neden savaşmadın?’ sorusunu sormak, çocuklarının parçalanmış bedenleri başında ağlayan anne-babaları gören diğer ebeveynleri çok ağır bir yargılamaya tutmaktır.
Kaçıp buraya gelenler kurtuldular mı peki? Belki İsa gibiler bugün burada iyi kötü bir hayat yaşıyor. Peki ya onun gibi Kobani’den ailesi ile gelen Aylan Kurdî de kurtulmuş muydu? Kışın Muş’ta kaldıkları çadırda bir gece kundaktaki bebeği donarak ölen Suriyeli baba kurtulmuş muydu? Boğulup kıyıya vuran Aylan Kurdî’yi tüm dünyaya ‘ağlatacak bir açı ile çekilmiş’ bir fotoğraf duyurdu ve bu olaya dikkat çekti. Ancak bu Ege’de ölen ilk çocuk değildi. Onların hayat savaşı hep devam ediyordu ve Ege’de ölen yüzlerce insan farklı coğrafyada da olsa Suriye’deki yakınları ile aynı savaştan ötürü ölüyorlardı.
Benim İsa ile karşılaşmama benzer bir karşılaşmayı annem Süleymaniye Camii bahçesinde yaşıyor ve yine Kobani’den gelen bir Suriyeli Kürd kadın ile konuşuyor. Kadının anneme söylediği şu cümle çok önemli: ‘’Bir karış toprağıma kurban olurum. Evimiz, yurdumuz gözümüzde tütüyor. Keşke savaş bitse de hemen evimize gitsek.’’
Onlar için yegâne kurtuluş savaşın bitmesi ve evlerine kavuşmak olacaktır.
Sağ kalan çocukların çadır kentlerde değil, kendi evlerinin önünde neşe ile koşuşturduğu bir Suriye’yi yeniden görebilmek dileğiyle…
OZAN DİLEK
(*): Bu yazı, Şebgir Dergisi’nin 2. Sayısında (Mayıs-Haziran 2016) yayınlanmıştır.