Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları 1
Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ
İletişim Yayınları, Dünya Klasikleri, (3 baskı) 2005
Rus düşünce tarihinde giderek daha fazla romantik, ulusçu, Slavcı geleneğin bir kaynağı ve sürdürücüsü haline gelen Dostoyevski 19.yüzyilin başlarından itibaren hızlı bir değişme eşlik eden canlı, tutkulu ve derinlikli tartışmalar içeren bir entelektüel ortamın parçasıyken ilk kez 1862 yılında yurt dışına çıktı, çeşitli Avrupa ülkelerinde dolaştı. Anılarını Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları başlığıyla 1863’te yayınladı. İşte bu yazı dizisinde size Avrupa’yı ziyaret eden Dostoyevski’nin Batı’ya ilişkin gözlem ve düşüncelerini, Batı hakkındaki görüşlerini, Batı kültürü ve kendi ülkesinde geri dönüşsüz bir biçimde başlamış olan modernleşme süreci karşısındaki konumlanışını kitabından seçtiğim pasajları sizlerle paylaşarak aktarmaya çalışacağım.
Öncelikle Dostoyevski hakkında size biraz malumat vermekte fayda olacağı görüşündeyim. Bu bilgiler, ilgili kitabın yazarı tanıtan bölümünden alınmıştır.
BÖLÜM I: DOSTOYEVSKİ HAKKINDA
- FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKİ doktor bir babanın oğlu olarak, 11 Kasım 1821 de Moskova da doğdu. Çocukluğunu Moskova’da ki Marya Hastanesi’nin bir lojmanında, zorba ve alkolik bir baba ile hasta bir anne arasında geçirdi. Küçük yaştan itibaren edebiyatla ilgilenmeye başladı ve Puşkin, Goethe, Cervantes gibi yazarlarla tanıştı de annesini kaybetti ve ertesi yıl St. Petersburg’da ki Askerî Mühendislik Okulu’na gönderildi. Babasının ani ve şüpheli ölüm haberini burada aldı. Bu kayıp üzerine bunalıma giren Dostoyevski, 1839 yılında ilk sara nöbetini geçirdi te edebiyatla daha yakından ilgilenebilmek için askerlik mesleğinden istifa etti da ilk romanı İnsancıklar yayımlandı ve edebiyat çevrelerinde büyük ilgiyle karşılandı. Ne var ki ardından gelen çalışmaları Öteki (1846), Ev Sahibesi (1847), Beyaz Geceler (1848) aynı başarıyı sağlayamadı ve ilk romanında kendisine destek veren ünlü eleştirmen Belinski’nin alaylarına hedef oldu. Aşırı duyarlı ve sinirli bir kişiliğe sahip olan Dostoyevski bunun üzerine ruhsal çöküntü yaşayarak hastalandı da Çar I. Nikola’nın baskıcı yönetimine karşı faaliyetlerinden dolayı tutuklandı ve ölüm cezasına çarptırıldı. İnfazın uygulanmasına dakikalar kala, cezası Sibirya da dört yıl kürek mahkûmiyetine çevrildi. Hapiste okumasına izin verilen tek eser İncil di. Bu süre boyunca etrafını kuşatan, horlanan ve ezilen kesimi yakından tanıma fırsatı buldu te serbest bırakıldıktan sonra Semiapalatinsk’te zorunlu kışla hizmetine gönderildi ve subaylığa kadar yükseldi de yoksul ve dul Marya Dimitriyevna İsayeva ile kendisine mutluluk getirmeyen bir evlilik yaptı. Edebiyata dönüşü Amcanın Rüyası (1859) isimli, mizah öğeleri barındıran Gogolvari öyküyle oldu. Aynı yıl yayımladığı kısa romanı Stepançikovo Köyü ve Sakinleri (1859) de istediği ilgiyi göremedi ta tefrika edilen ve toplum dışına itilmiş kişilerin anlatıldığı Ölü Bir Evden Hatıralar ile kendini edebiyat çevrelerine tekrar kabul ettirdi. Tolstoy ve Turgenyev’in övdüğü eser Sibirya’da ki mahkûmiyetinden derin izler taşıyordu de ağabeyiyle birlikte Vremya (Zaman) adlı dergiyi çıkarmaya başladı. Bu dergide Batı karşıtı Slavcı düşüncelerini savunduğu tartışma yazıları yayımladı. Ardından, eleştirmenlerin sert tepkilerine sebep olan fakat okur tarafından beğeniyle karşılanan Ezilmiş ve Aşağılanmışlar yayımlandı. Yoğun çalışma temposu nedeniyle sağlığı bozulan Dostoyevski, doktorunun tavsiyesi üzerine 1862 de hayalini kurduğu Avrupa seyahatine çıktı. Fransa, İngiltere ve İtalya yı kapsayan bu kısa gezinin ardından, 1863 te Batı kültürünü eleştirdiği Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları nı kaleme aldı. Aynı yıl yayımlanan bir yazı sebebiyle dergisi kapatılınca yeniden mali krize sürüklendi. Maddi sıkıntılarından kurtulma umuduyla Almanya, Wiesbaden’e kumar oynamaya ve bir süredir ilişki yaşadığı Polina Suslova ile buluşmaya gitti. Birkaç yıl sonra yayımladığı Kumarbaz bu dönemde yaşadığı büyük yıkımları anlatır te Rusya ya döndükten sonra ağabeyiyle Epoha (Çağ) adında yeni bir dergi çıkardı ve Yeraltından Notlar’ı burada tefrika etmeye başladı. Aynı yıl karısını ve ağabeyini kaybetti. Bunu izleyen on yıl boyunca, Dostoyevski art arda Suç ve Ceza (1866), Kumarbaz (1867), Budala (1868), Cinler (1872), Delikanlı (1875) gibi başyapıtlarını kaleme aldı. Sürekli borç baskısı altında yaşayan ve alacaklıları tarafından sıkıştırılan yazar, daha hızlı çalışmak için işe aldığı yirmi yaşındaki sekreteri Anna Grigoriyevna Snitkina’yla, karısının ölümünden üç yıl sonra, 1867 de evlendi. Bu evlilikten doğan kızı üç aylıkken ölünce derin bir sarsıntı yaşadı ve deliliğin eşiğine kadar sürüklendi. Bu dönemde yoksulluk, sara nöbetleri ve kumar tutkusuyla boğuştu te solunum yetmezliği tedavisi için bir süreliğine Almanya ya gitti de Puşkin anıtının açılışında konuşma yapmak üzere Moskova ya davet edildi; konuşması hem halk üzerinde hem de edebiyat çevrelerinde büyük yankı uyandırdı. Yazarlık hayatı boyunca işlediği önemli temaları bir araya getirdiği Karamazov Kardeşler’i ölümüne üç ay kala tamamladı. Dostoyevski 9 Şubat 1881 de St. Petersburg’da hayatını kaybetti. Kalabalık bir halk kitlesinin katıldığı cenaze töreninin ardından, Tihvin Mezarlığı’na defnedildi.
BÖLÜM II: SEBEBİ TELİF DOSTOYEVSKİ’DEN
- Dostlarım, sizlere yurtdışı izlenimlerimi anlatayım diye kaç aydır sıkıştırıp duruyorsunuz beni. Oysa bu diretişinizin beni çıkmaza soktuğundan haberiniz yok. Ne anlatacağım size? Batı üzerine şimdiye dek bilinmeyen, söylenmemiş, yeni ne anlatabilirim? Biz Ruslardan hangimiz (yani hiç değilse dergiydi, gazeteydi okuyanlarımızdan hangimiz, demek istiyorum) Avrupa’yı Rusya’dan iki kat daha iyi bilmeyiz? Ayıp kaçmasın diye iki kat diyorum, aslında on kat daha iyi biliriz Avrupa’yı. Üstelik size anlatacak bir şeyimin olmadığını; sırasıyla görmediğim için (kimi şeyleri görmüş olsam bile, incelemeye fırsat bulamadım) şöyle düzgün bir biçimde hiçbir şeyi anlatamayacağımı da çok iyi biliyorsunuz. Berlin, Dresden, Wiesbaden, Baden-Baden, Köln, Paris, Londra, Lüksemburg, Cenevre, Cenova, Floransa, Milano, Venedik ve Viyana’da bulundum. Hatta iki kez gördüm bu kentlerden bazılarını. İnanır mısınız, iki buçuk ayda, evet iki buçuk ayda gezdim bunca yeri! Şimdi siz karar verin, iki buçuk ayda bunca yolu tepen bir insan ne görmüş, gördüklerinden ne anlamış olabilir?
BÖLÜM III: KENDİNDEN MURADI VE ROMA ELEŞTİRİSİ
- Programımı önceden, daha Petersburg’dayken hazırladığımı anımsarsınız. Yurtdışına ilk çıkışım değildir bu. İlk çıkışım çocukluk yıllarıma rastlar. Uykuya yattığımda annemin ya da babamın bana Radcliffe’in romanlarından parçalar okuduğu zamanlara… Hiç unutmam, bütün gece kâbuslar görmeme neden olurdu bu romanlar. Korkudan zangır zangır titrerdim yatağın içinde. Sonra bir de kırk yaşımda çıktım işte yurtdışına. Zamanın darlığına bakmadan, elden geldiğince çok şeyi değil, her şeyi, ne olursa olsun her şeyi görmek istiyordum. İşin kötüsü, gezeceğim göreceğim yerleri soğukkanlılıkla seçecek durumum da hiç mi hiç yoktu. Tanrım, ne çok şey bekliyordum bu geziden! Varsın hiçbir şeyi ayrıntılarıyla göremeyeyim, diye düşünüyordum (gördüm de her şeyi, her yere de gittim), gördüklerimden toplu, genel bir izlenim kalacaktır belleğimde nasıl olsa. Kutsal mucizeler ülkesi bir anda kuşbakışı, bir uçtan bir uca serilecektir gözlerimin önüne. Sözün kısası, yepyeni, hoş, güçlü düşünceler dolduracaktır içimi. Yazın çıktığım bu geziyi düşündükçe şimdi en çok neye üzülüyorum biliyor musunuz? Hiçbir şeyi gereğince yakından göremediğime değil, hemen her yere gittiğim halde, sözgelimi Roma’ya gitmediğime üzülüyorum. Hoş Roma’ya gitseydim bu kez de Papa’yı görmeden gelirdim ya… Anlayacağınız, yeni yeni şeyler, yeni yeni yerler görmek, uzaktan şöyle bir izlenim edinmek tutkusuna delicesine kaptırmıştım kendimi. Böylesine bir itiraftan sonra daha ne bekliyorsunuz benden? Ne anlatabilirim size? Ne açıklayabilirim? Kentlerin görünümünü, dağları, tepeleri mi? Ya da kuşbakışı ülkeleri mi? Böyle bir şeye kalkışsam, sanırım çok yüksekten uçtuğumu önce siz söylersiniz. Hem, dürüst bir insan sayarım kendimi ben. Geziye çıkmış biri olarak bile olsa, yalan söylemek istemem. Gelgelelim, size bir manzarayı anlatmaya başlasam, kesin yalan karıştırırım sözlerime…
BÖLÜM IV: BERLİN HAKKINDA
- Geziye çıkmış biri gibi yapmam bunu benim durumumda biri yalan söylemeden edemeyeceği için yalan söylerim. Siz karar verin: Söz gelimi, Berlin son derece ekşi bir izlenim bıraktı bende. Üstelik topu topu bir gün kaldım orada. Berlin’e haksızlık ettiğimi, onun insan üzerinde ekşi bir izlenim bırakan bir kent olduğunu kesin olarak söyleyemeyeceğimi biliyorum şimdi. Düpedüz ekşi olmasa bile, hiç değilse kekredir bile diyemem… Böylesine haksız bir yanlışlığa niçin düştüm peki? Hiç kuşku yok, karaciğerimden hasta hasta; yağmurlu, sisli dumanlı iki gün boyu kara trenle Berlin’e kadar gözlerimi kırpmadan tangır tungur yol aldıktan sonra yüzüm sapsarı, bitkin mi bitkin, her yanım dökülür bir durumda kente indiğimde, daha bakar bakmaz Berlin’in Petersburg’a inanılmayacak derecede benzediğini görmemdir bunun nedeni. Petersburg un sokaklarından ayrı bir yanı yoktu buradakilerin. Kokular da aynıydı. Sonra… bırakalım, saymakla bitmez bu benzerlikler çünkü… O anda vay canına, diye geçirdim içimden, kurtulmaya çalıştığım, kaçtığım şeylerin benzerlerini görmek için mi teptim bunca yolu, iki gün sallandım durdum trende, bunca sıkıntıya katlandım? Ihlamur ağaçları bile hoşuma gitmedi Berlin in. Oysa bu ağaçlar uğruna Berlinli en değerli varlığını bile hiç duraksamadan verir. Kim bilir, anayasasını bile çıkarır gözden belki. Berlinli için anayasasından değerli bir şeyinin olmadığını ise sanırım herkes bilir. Üstelik, Berlinlilerin hepsi de Alman a öylesine çok benziyorlardı ki, Kaulbach’ ın fresklerini bile görmeden Ah! Korkunç bir şeydi bu (içimde, insanın Alman’a alışması gerektiği, yabancısı olursa, onların toplu bulundukları yerde yaşayamayacağı inancı) Dresden’e attım kapağı. Dresden’de Alman kadınlarına haksızlık ettim bu kez. Sokağa çıkar çıkmaz, Dresdenli kadından iğrenç bir yaratığın olamayacağı; Rus ozanlarının en şakrağı, kendine en güveneni olan aşk şarkıcısı Vsevolod Krestovski’nin bile burada kendini yitirebileceği düşüncesine kapıldım…
BÖLÜM V: KÖLN KATEDRALİ VE KOLONYA’YA DAİR
- Ne var ki saçmaladığımı, onun kendine güvenini asla yitiremeyeceğini anımsamakta gecikmedim kuşkusuz. İki saat sonra anlaşıldı her şey. Otel odasına döndüğümde aynanın karşısında dilimi çıkarıp bakınca Dresdenli bayanlar üzerine düşüncelerimin kapkara bir iftiradan başka bir şey olmadığını anladım. Sapsarıydı dilim, kötüydü… İnsan, diye geçirdim içimden, doğanın bu kralı ufacık karaciğerine böylesine mi bağımlı? Ne bayağılık, Tanrım! Kendimi bu çeşit düşüncelerle avutarak Köln e yollandım. Ne yalan söyleyeyim, çok şey bekliyordum Köln Katedral’nden. Gençliğimde mimarlık öğrenimi görürken büyük bir saygıyla çizerdim bu katedrali defterime. Dönüşte Köln den geçerken, yani bir ay sonra Paris ten dönüyordum ikinci kez gördüm Köln Katedrali’ni. Önceki gelişimde güzelliğini göremedim diye önünde diz çöküp beni bağışlaması için yalvarmak geldi içimden. Karamzin’de Rhine Çağlayanı’nın önünde öyle diz çökmemiş miydi?.. Birinci görüşümde hiç sevmemiştim katedrali. Dantel, evet basbayağı dantel gibi, yüz elli metre yüksekliğinde bir masayı örten kâğıt dantel gibi bir şey izlenimi bırakmıştı bende. Dedelerimizin Puşkin için Pek bir sade yazıyor, nasıl demeli, parlak söz az şiirlerinde, diye buyurdukları gibi; ben de Köln Katedrali için Yüce yanı az, demiştim kendi kendime. Bu ilk izlenimimde iki şeyin etkisi olduğu kanısındayım. Birincisi kolonya idi. Jean-Marie-Farina hemen dibinde katedralin. Hangi otelde kalırsanız kalın, ruhsal durumunuz ne olursa olsun, düşmanlarınızdan da, özellikle Jean-Marie-Farina dan da ne denli kaçmaya çalışırsanız çalışın, bulurlar sizi bu kolonyayı kullananlar. Kolonya ou la vie (Ya kolonya ya hayat ) kurtuluş yoktur bundan. Tam böyle, kolonya ou la vie! diye bağırdıklarını kesin söyleyemem ama, kim bilir, belki de böyle bağırıyorlardır. Anımsıyorum, o gün, hep öyle geliyordu bana. Bu ses çınlıyordu kulaklarımda.
BÖLÜM VI: KÖLN KÖPRÜSÜ VE BİZİM OLAN SEMAVER
- Sinirlerimi bozan, bana haksızlık ettiren ikinci şey yeni Köln Köprüsü’ydü. Çok güzel bir köprü bu kuşkusuz. Kent de haklı olarak övünüyor onunla. Ama biraz fazla övünüyor gibi geldi bana. Hemen o anda bozuldu sinirlerim. Sonra, benzeri görülmemiş köprüye girişte bir masaya oturmuş, herkesten para alan o adam, gerçekten az geçiş ücretini alırken, bilmediğim bir suçumun cezasını kesiyormuş gibi soğuk olmamalıydı… Bilmiyorum ama, bence Almanlar kendilerini çok beğeniyorlar. Yabancı, hele hele Rus olduğumu anladı adam, diye geçirdim içimden. Hiç değilse gözleri şöyle der gibi bakıyorlardı: Görüyor musun köprümüzü behey zavallı Rus! Bu köprünün yanında da, biz Almanların yanında da bir hiçsin sen, bir solucandan farksızsın… Çünkü, yok senin böyle bir köprün. Kabul edin, can sıkıcı bir durumdu bu. Almanın böyle bir şey söylediği falan yoktu kuşkusuz. Belki aklından bile geçirmemişti… Ama ne önemi var? Adamın böyle demek istediğine o anda öylesine inanmıştım ki… Öfkelenmiştim sonunda. Söylendim kendi kendime: Canınız cehenneme… Biz de semaveri bulduk… Dergilerimiz var… En güzel el işleri bizde işleniyor… Sonra… Sözün kısası, iyice bozulmuştu sinirlerim. Bir şişe kolonya alıp (kurtuluş yoktur bundan) içimde, Fransızların çok daha sevimli, ilginç oldukları umudu, Paris’e yollandım. Şimdi siz karar verin, kendimi sıkıp birkaç gün daha, söz gelimi bir hafta kalsaydım Berlin’de, Dresden’den de dişimi sıkıp bir hafta kalmadan kaçmasaydım, Köln’e üç, hiç değilse iki gün ayırsaydım, gördüğüm şeylere ikinci, üçüncü kez baktığımda başka gözle görmez miydim onları, daha bir dürüst izlenimler edinmez miydim onlarla ilgili? Güneş ışığı, şu bildiğimiz güneş ışığı var ya, onun bile hayli etkisi oldu bu işte. Köln’e ikinci gelişimde olduğu gibi, ilkinde de güneş öyle ışıl ışıl olsaydı katedralin üstünde, hiç kuşku yok, o zaman da görürdüm bu yapıyı gerçek parlaklığıyla…
BÖLÜM VII: PARİS’İN ÖTEKİ YÜZÜ
- Yurtseverlik duygumu kabartmaktan başka bir şeye yaramayan o kasvetli, hatta biraz yağmurlu sabah aldatmazdı beni. Bu sözlerimden insanın yurtseverlik damarının yalnızca kötü havalarda kabardığı sonucu çıkarılmasın lütfen. İki buçuk ayda her şeyi gerçek yanlarıyla görmenin olanağı yoktur. Bu nedenle, en doğru, en önemli bilgileri veremeyeceğim size. İster istemez, kimi zaman doğru olmayanı da söylemek zorunda kalacağım… Ama burada kesiyorsunuz sözümü. Bu kez size gerekli olanın doğru bilgiler olmadığını, isterseniz, bu çeşit bilgileri Reichard’ın gezi rehberinde bulabileceğinizi söylüyorsunuz. Geziye çıkanların, gerçeklerin peşinde koşacak yerde (aslında çok seyrek olur gerçeği yakalayacak güçleri) biraz da içtenliğin peşinden gitseler hiç de fena olmayacağı görüşünü savunuyorsunuz. Kendine büyük bir ün sağlamayacak da olsa, kişisel izlenimlerini, yalnızca kendini ilgilendiren bir serüveni anlatmaktan çekinmese, diyorsunuz, çıkarı için, bilinen bazı yollara sapmasa ne iyi olurdu! Sözün kısası, sizin için gerekli olanın kişisel ve de içten izlenimlerim olduğunu söylüyorsunuz. Öyle mi? Demek düpedüz gevezelik etmemi istiyorsunuz! Yüzeysel öyküler, çarçabuk edinilmiş izlenimler istiyorsunuz… Buna bir diyeceğim olamaz işte. Hemen başlıyorum öyleyse. Elimden geldiğince içten olmaya da çalışacağım. Yalnız, yazdıklarımın çoğunun yanlış olabileceğini unutmamanızı istiyorum. Çoğunun diyorum, hepsinin değil. Sözgelimi, Notre-Dame’ın Paris te olduğu, Mabille balolarının da (Pariste verilen, bekâr erkeklerle hafif kadınların katıldıkları bir çeşit balo) gene orada düzenlendiği gibi gerçeklerde yanılamaz insan. Özellikle Mabille gerçeği Paris üzerine yazan Ruslarca öylesine çok anlatılmıştır ki, ondan kuşku eden artık yoktur bizde. İşte bu gibi gerçeklerde yanılmam belki. Ne var ki, bunu da kesin söylemiyorum gene.
BÖLÜM III: LONDRA VE SAİNT PAUL
- Roma’ya gidip de Saint-Peter Katedrali’ni görmemek olmayacak şeydir derler, bilirsiniz. Düşünün ki ben de Londra’ya gittim de, Saint-Paul Katedrali’ni görmedim. İnanın doğru söylüyorum. Evet Londra’ya gittim, Saint-Paul’ü görmedim. Gerçi Saint-Peter ile Saint-Paul bir tutulamaz ama, ne olursa olsun, geziye çıkmış bir insan için hiç de bağışlanacak bir şey değil bu. İşte size övünemeyeceğim birinci serüvenim (Aslında şöyle uzaktan, beş yüz metre öteden gördüm… Pentonville’e gidiyordum boş verdim, geçtim). Neyse, asıl konumuza gelelim artık! Hem biliyor musunuz, durmadan dolaşıp kuşbakışı (kuşbakışı yüksekten anlamına gelmez. Bildiğiniz gibi, mimari bir deyimdir) evet, durmadan dolaşıp, kuşbakışı bakmadım her şeye. Londra’da geçirdiğim sekiz günü çıkın, tam bir ay Paris’te kaldım. Paris üzerine bir şeyler anlatacağım size. Çünkü Saint-Paul Katedrali’nden de, Dresdenli bayanlardan da daha bir yakından tanıdım bu kenti.
Devamı gelecek yazılarımızda…