İlim ve Medeniyet
Yeni Nesil Sosyal Bilimler Platformu
Mustafa ÇAĞLAR
Hayat, yükü insanlar tarafından çekilen kocaman bir kaya parçası misali. Her birimizde bu kayayı biraz daha kendimize çekmek için çabalamaktayız. Amaç; sahiplenmek ve en tepeye yerleşip rahata erebilmektir. Aslında sabretmeyi ve saygı duymayı bilseydik, bu dünya hepimize yeter ve artardı. “Sabretmek ve Saygı Duymak” kelimeleri hayatımıza “Hız” kavramı girdiğinden beri etkisini en aza indirdi. Artık milyarlarca insan bu etkiye kapılıp Kapitalizm Sarhoşluğuyla kendilerini yeni medeniyete hazırlamaya başladır. Tabi bunun bir bedeli vardı. Nedir bu bedel?
“Modern Dünya” adında yeni bir oğlumuz oldu. Eski köye yeni adetler getirdi. Önceden anne ve babaya benzeyen evlatlar, artık anne ve babalarını kendilerine benzetmeye başladı. Bu Modern Dünya ise, eskiden canlı bir parça halinde ve belirli sınırı olan kalbimizi taşlaştırdı. Eee, kolay mı sandınız? Tüm bu teknolojiye, yeniliklere, modernize edilmiş çevreye haliyle modern bir insan lazımdı ve bunca hıza ve tempoya normal bir kalp ile dayanmak mümkün olmadı. Bu kalp ile ilk başlarda paylaşmayı unuttuk. Para ve şöhretin paylaştıkça çoğalmayacağını öğrendik. Ardından sevmeyi unuttuk. İnsanlar, anne ve babalarına varana kadar, bu kişileri reddetmeyi normal görmeye başladı.”Modern Dünya’da zayıf olan, hıza uyum sağlayamayan, kalbi normal olan veya normale dönenler ezilmeye ve köşeye itilmeye mahkumdur.”anlayışı hâkim olmaya başladı. Hepten de kötülememek lazım tabi. Bizim için ayırdığı bir köşemiz var tabi hali hazırda. Hem adı da güzeldir; Huzur Evi. Yani diğer bir ismiyle; Sevgisizliğe mahkum edilmiş kanayan yüreklerin evi. Zamanla buna da alıştık. “Hayat böyledir be abi ne yapalım?” demeyi öğrendik. Gelecekte ne iş yapacağımızı bilmesek de yaşlanınca nasıl öleceğimizi az çok tahmin etmeye başladık. Küçüklükten alıştırdılar aslında. Anne ve baba ilgisizleşti evlatlarına karşı. Gerçi, “Pabucumuz dama atıldı.” desek daha doğru olur. Onlar yeni evlatlarını daha çok sevdiler. Boşa demedik ya “Eski köye yeni adetler geldi.” diye. Biz eskidik be abi! Daha dünyaya gelmeden yelimiz gelmeye başladı bir deli misali. Sıkıntılar getirir olduk, dünyaya her gelişimizde. Nasıl bakarız? Nasıl geçiniriz? gibi sorular bizim yüzümüzden soruldu. Rızkı veren Allah’tı oysaki anne ve babanların bu telaşı ne idi? Yeni çocuk sert, hızlı ve uyanık çıktı. Ona kapılan her anne ve baba, yeni bir evlada tahammül edemez oldu.
“Ya bu deveyi güderiz ya da bu diyardan gideriz.” Başka bir seçenek bırakmadılar bize. Ya uyum sağlamalıydık bu Dünya’ya ya da çekip gitmeliydik buralardan. Ama biz gitmedik. Düşüncelerimize vurulmak istenen prangalara inat direnmeyi seçtik. Geri kafalı, örümcek kafalı olduk. Onların gözünde bizler; 1400 yıl öncesinde kalmıştık. Haksız sayılmazlar aslında. Günümüzden pek bir tat alamadık biz. Hala anlatılan hikâyelerle avunuyorsak bunun sebebi; bu gün o hikâyelerin benzerini yaşatacak yüreklerin azlığıdır. Nerde o eski bayramlar dercesine “Nerde o eski Müslümanlar” demeye başladık biz. “Hz. Peygamber zamanında söz şöyle kıymetli idi” diye başlayan sözlerimizin bugün sadece lâfızda yer alması ne acı. Söylediklerimizi yaşamaktan aciz olan bir topluluk olma yolunda yani; Batı’nın insanlığı yüceltiyormuş gibi gösterdiği ve babaların evlatlarına, evlatlarında babalarına güvenmediği bir yolda emin adımlarla ilerliyoruz. Dışarıdan bakan bir göz olsa ve ona “Söz; bizde namustur.” dense sanırım güzel bir kahkaha ile bizi karşılar. “Söz vermek” demek hız kavramına aykırılık demektir. Modern toplum bunu reddeder ki etti de. Sözün yerine bir şey lazımdı ve çok geçmeden bugün adına “Banka” dediğimiz; yüreklerimize monte edilen kan emici olgu önümüze serildi. Biz ne yaptık yerlere serilen ve üzerine basılıp geçilince işe yarayabilen bu olguyu, kan ter içinde kalsak da indirmemekte ısrar ederek sırtımızda taşımaya gayret ettik. Oysa bizler belden yukarı en çok Kuran-ı Kerim’i tutmaya gayret ederdik. Rafa koyarken bile bir şeyleri doğru yapmanın verdiğin düşüncelerle içimizden gülerdik. Ama neydi ki bu bankanın doğrusu? Israrla terimizin son damlasına kadar taşımaya gayret ediyoruz. Altında ezilenler önemsemeden ibret alma duygusu ile beraber bu insanları da ayaklar altına alıyoruz. At gözlüklerine bürünmüş insan topluluğu olarak tek bir yol üzerinde ilerliyoruz. Çok değil bir kere etrafa baksak ve görsek; sömürülen insanların etlerinin yerini kemiklerinin alışını, asılmış bir bedenin gerisinde bırakılan gözü yaşlıları, taşın kaynadığı tencereye ihtiyacı olan suyu gözyaşlarıyla sağlayanları ah bir görsek. Hani derler ya “Nerde sende o yürek.”
İşte sorulması gereken soru; nerde bizde bu insanlığı hız sevdasıyla geride kalanları ezecek kadar köreltilen ve taşlaştırılan yüreğimizi bir kenara bırakıp özümüze döndürecek “YÜREK”?
Yorum Yaz