YUSUF ZİYAEDDİN SUBAŞI: "BU, ALLAH'IN BANA BİR LÜTFU..."

RÖPORTAJ

Elvani: Kıymetli Hocam. Öncelikle vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Subaşı: Eyvallâh.

Elvani: Hocam sizi tanıyabilir miyiz? Yusuf Ziyaeddin Subaşı kimdir?

Subaşı: Yusuf, babamın rahmetli amcası, Hocaefendi imiş kendisi. Vefatından sonra doğmuşum. Onun için onu ismi yaşatılmış bende. Ziyaeddin de diğer amcasının isteği üzerine konulmuş iki amca ismi var üzerimde. Nüfusumda Niksar yazıyor, ancak Fatih'te doğmuşum. 1957 senesinde.

Tahsilimi de babamın din görevlisi olması hasebiyle imamet yaptığı muhtelif yerlerde ve imametin akabinde nerede vaizlik yaptıysa o beldelerin okullarında yaptım. Geze geze en sonunda Fatih Çarşamba'da Yavuz Selim İlkokulu'nda bitirdim ilkokulumu. Sonra 1969 yılında  İstanbul İmam Hatip okuluna yazıldım. O zaman bir tane imam-hatip okulu vardı İstanbul'da.

İmam hatip okulunu bitirdim. Akabinde de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdim. Orası da o zaman da bir taneydi. Enstitünün tefsir hadîs bölümünü bitirdim. Okuldan sonra askerlik vazifemi yaptım ve evlendim. Çocukluğumda yani Yüksek İslam Enstitüsü’ne başladığım zamana kadar olan dönemi babamın yanında geçirdim. Babam hocaefendilik yapardı. Vaizlik yapardı ve arta kalan vakitlerinde kitabevinde bulunurdu. Orada hem kitapla haşır neşir olur hem de dersleri olurdu babamın.

Elvani: Hangi kitabevi?

Subaşı: Dersaadet Kitabevi. Beyazıt'ta, Beyazıt Cami'nin karşısında Beyaz Saray kitapçılar çarşısı vardı. Merdivenlerden inince sağda, 8 numara. Efendim ondan evvel de babamın muhtelif şahısların yanında böyle kitapçılık deneyimleri oldu. Rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun valiliğin karşısındaki Kitabevi Sebil Yayınevi taşınınca önce orayı babama bıraktı babam da orada kendi adına Kitabevi açtı. Yani kitabı, kitapla meşguliyeti çok seven bir insandı babam. Yani annemden daha çok seviyor desek yeriydi kitabı. Onunla haşır neşir olur, kitapla uyur kitapla kalkardı. Aynı zamanda ders de okuturdu. Babam talebeleri okutmaz hocaefendileri okuturdu. Ben de iştirak ederdim. Yani babamın yanında yetiştim çok faydası oldu bana. Ben diğer hocaefendilere de gittim İmam-Hatip’teyken. Dülgerzade’de Mikdad Efendinin dizinde meharic-i huruf, tashih-i huruf derslerimi ikmal ettim. Emin Saraç Hocam ile hem akrabalığımız var hem de hocamızdır onun derslerine iştirak etmiştim İmam-Hatip’e giderken. Sonra Ali Yakup Cenkçiler hocamın derslerine iştirak ediyordum.

Hem okulda hem okul dışı hem de kitabevinde eğitimimi sürdürüyordum. Bir de şu vardı. Yani Dersaadet Kitabevi'nde geçirdiğim vakitler sırf babamın derslerinden müteşekkil değil. Gelen gidenlerin sohbetleri çok düzeyli oluyordu. Ziyarete gelenler hep hocaefendiler, kalburüstü hocaefendiler. Yani dönemin büyük insanları. Babam vasıtasıyla onları görebilmek, onları tanıyabilme imkanı da benim için hakikaten bugün yakalayabileceğim bir şey değil, elde edebileceğim bir şey değil. O zaman dünya daha küçüktü. İnsanlar birbirlerine daha yakındılar. Şimdi dünya sözüm ona birçok şeye sahip oldu ama insanlar uzaklaştı birbirinden. Yani insanların birbirine gitmeleri, onlarla sohbet etmeleri, hemdem olmaları o dönemde daha kolaydı galiba. Sıla-i rahim daha kolaydı.

Elvani: Şimdilerde daha zorlaştı, büyük imkanlara rağmen…

Subaşı: Bana göre öyle. Rahmetli babamın eşiğinde, eteğinde, dizinde olmam hasebiyle buna sahibi oldum Elhamdülillah. Hem manevi büyükler yani ehl-i tasavvuf hem ulema, talebeler gelirdi kitabevimize. Ağniya(zenginler) gelmezdi.

Bir de şu vardı: Rahmetli babam hiçbir siyasi ekole müntesip değildi. Uzak durdu siyasetten. Kendi ilmi yapısına siyaseti ram etmedi. Onun dışında da İslami cemaatler içinde babamı hepsi sevdiler. Onların dışında olmadı. Hepsiyle sıcak ilişkiler kurdu babam. Dolayısıyla her zümreden babamla münasebeti ilişkisi olan kişiler vardı. Geniş bir yelpazeye etki ediyordu. Hocalığı da iyiydi.

Tahsilimi ve askerliğimi bitirdikten sonra evlendim. Babamın yanında çalışmaya başladım.

Elvani: Orayı biraz açabilir miyiz ? Önceden kafanızda kitapçılık yapma fikri var mıydı?

Subaşı: Şöyle oldu. ‘Benimle beraber çalış!’ dedi babam. Kendi adıma düşündüğüm ve yapmak istediğim farklı şeyler vardı. Babama o zaman hayır diyemedim yani “baba sen kendi başının çaresine bak ben de düşündüğüm şeyi yapayım” diyemedim. Kitabevinde kaldık ve peki dedik babamıza.

Yani kendi düşündüğümü yapmış olsaydım güzel olacaktı muhtemelen. Nereye varırdım ne yapardım onu bilemiyorum ama kitapçılıkla meşgul olmakla da iyi bir hayata sahip oldum.

Babamla olan münasebetimin ilk yılları yani onunla beraber kitapçılık yaptığımız ilk yıllarda babam genellikle eski kitaplar alırdı. O dönem Arapça yayıncılık, kitapçılık çok zengin bir şey değil. 60'lı Yıllar 70'li yıllar… Yani Arapça kitap neşreden iki tane üç tane kitabevi var. Onlar da tek parti döneminden zorluklarla gelmişler. Arapça kitap basıyorlar diye kaç defa derdest olmuşlar içeri girmişler, çıkmışlar.

Elvani: Salah Bilici var bildiğimiz…

Subaşı: Evet Salah Bilici var. Rahmetli Muzaffer (Ozak) Efendi var. O da kitap neşrederdi. Ondan sonra Halil Eser… Eser Neşriyat var. Bir de Süleyman Efendi Hazretlerinin Fazilet Neşriyat… Onların da mahtut kitapları basılırdı. Yani beş kalem on kalem, çok zengin değil. Çünkü kendi kurslarında müfredatları gereği okutulması gereken kitapların dışına pek çıkmazlardı. Kitap yelpazeleri geniş değildi. Babam daha çok eski kitap alırdı, tereke kitapları. Yani hocaefendilerin okumuş oldukları ve daha sonra evlatlarına intikal etmiş, onlar da o kitapların kıymetini bilememiş ve altından kalkamamışlar. Ne yapacaklar yani. Horozun bir inci tanesi bulup zahireciye: ‘Sen bunu al bana bunun yerine buğday ver!’ demesi gibi. Çünkü horozun buğday işine yarar, inciyi ne yapsın, değil mi? bu kabilden. İşte o tür kitapları genellikle babam alır sağdan bulur, soldan bulur, kendi ayağına gelir. Bazen müzayedeler. O dönemlerde kitabı fahiş satanlar olduğu gibi uygun verenler de vardı. Onlardan temin ederdi. Kitabevini böyle oluşturuyordu. Eski kitap çok ağırlıklıydı o zamanlar. Eski kitap, yani tereke kitapları. Bir de şu var, satın aldığı güzel kitapların bir nüshasını da eve götürürdü babam. Yüksek İslam Enstitüsünden ve askerlikten sonra kitabevine geldiğim zaman biraz çalıştım babamla. Benim genç olmam hasebiyle düşüncem şu idi: “Bazı kitaplar Arapça olarak neşredilmeli. Okuyucuya kazandırılmalı.” Mehmet Özdemir, o da rahmetli oldu, yurtdışından kitap getirirdi, satardı.

Elvani: Özür dilerim Hocam. Bu, ne zamanlara tekabül ediyor?

Subaşı: 70li, 80li yıllar. Mehmet Özdemir zorluklarla kitap getirir, satardı. O zaman Diyarbakır’daydı. Şimdi İrşad Kitaevinin sahibi Mahfuz Özdemir’in babası. Daha sonra İstanbul’a bir şube açtılar. Benim ilk defa Sarf-Nahiv Mecmuası ikisi bir arada ve kayıtsız olarak neşrettiğim ilk kitap odur. Yani Emsile, Binâ, Maksud, İzzî, Merâḥ, Avamil, İzhâr, Kâfiye… hepsinin mecmuu tek kitapta. Küçük roman boyda ve Arapça.

Elvani: Türkiye’de ilk defa siz bastınız?

Subaşı: O şekilde evet. Yani kayıtları yok. Ezberlemek için küçük, sevimli bir kitap. Benim neşrettiğim ilk kitap odur. Ondan sonra diğer eserlerin arkası geldi. Efendim, güzel kitaplar neşrettik. Ben hep şunu diyordum: Güzel bir kitap gördüğümde bu neşredilirse Müslümanlara faydası olur. Hiçbir zaman arkamda rüzgarım olmadı.

Elvani: Bu kitapları tetkik ettikten sonra bunları düşündünüz değil mi hocam? Yani okudunuz, faydasının kesin olacağını düşündünüz ve neşrine o şekilde karar verdiniz?

Subaşı: Tabii, tabii. Senelerdir kitapların içinde olmamızdan mütevellit kitaba karşı bir altyapımız var. Öncelikli olarak hangi kitapların kıymetli olduğu ve hangilerinin neşredilmesinde lüzum hissedildiğine dair. Yani gördüğümüz her kitabı değil.

Elvani: Hocam aslında bunları ayrı bir soru olarak hazırlamıştık. Bunlara da girmeden önce muhterem babanızın zikri çok geçti. Biraz ondan bahsedelim isterseniz. Bu kitap sevginiz nereden geliyor onun kökenine ulaşmak adına…

Subaşı: Eyvallâh, İbrahim Subaşı, rahmetli babam. 1926 Tokat/Niksar doğumlu. İlk tahsilini beldesinde yapıyor babam. Dersiâm Dursun Gümen Hocaefendi’den. Sabahtan akşama kadar okuyorlar. Hatta hocaefendi’den öyle bir aşkla ders okurlarmış ki : “Öğle yemeği vakti geldiği zaman hocamızın aklına açlığı gelmese de ders bölünmese derdik.” diyordu babam. Çok enteresan. Köyümüzden Niksar’a gidiyor. O zaman Niksar’daki imkanlar ne ki! Yani nereden kitap bulunur? Kırtasiye bile zor bulunuyor. Yakaladığı bir kitap için babamın gözleri parlar, çok sevinir. Zorluklarla işte. 1940’ların sonları. Dursun Efendi’den sonra, 1950’lerden sonra babam İstanbul’a geliyor. İlk önce Mehmet Amcam geliyor akabinde babam geliyor. Buradaki ilk vazifesi, İsmailağa Camii’ndeki imamlığı. Bu cami babamdan evvel metruk, ibadete açık olmayan bir camii. İlk resmi imamı, babam. Akabinde Mahmut Ustaosmanoğlu Efendi. Sonra benim doğduğum yer, Kaptanpaşa Camii. Ondan sonra babam, Beyoğlu’nda İngiliz Sefarethanesinin altında Yavuz Sultan Selim’in süt annesinin baniyesi olduğu Kamer Hatun Camii’nde imamlık yaptı orayı hatırlıyorum. Mesela Menderes’in idam edildiğini hatırlıyorum oradayken. Yani yaşım o kadar el veriyor. Annemin babamın çok üzüldüğünü hatırlıyorum. Zannediyorum ki dört yaşındaydım. Rahmetullahi aleyh babam, Kamer Hatun Camii’ndeyken hocaefendileri getirir orada dersler verdirtirdi. Mesela Alasonyalı Hacı Cemal Efendi. Onu iyi hatırlıyorum. Diğer hocaefendiler de, Bekir Hâki Efendi. Sonra babam Kasımpaşa Cami-i Kebir’e Başimam oldu. Ben babamı o zaman tanımaya başlamışım. Hakikaten döneminin iyi hocasıydı babam. Mesela tanırsınız Kasımpaşa’da Ali Rıza Demircan Hoca babamdan Beyzâvi okurdu. Kadir Topbaş, Allah rahmet eylesin o dönem babamın talebelerinden. Mesela şu anki Reis-i Cumhurumuz ve ağabeyim Hüsrev Subaşı’nı götürüp İmam Hatip’e yazdırıyor. Tayyip Bey’in babası o zaman denizde seferdeymiş. Denizciydi kendisi. Bir elinde abim bir elinde Tayyip abi, götürüp İmam Hatip’e yazdırıyor. Tayyip Erdoğan talebeliği esnasında bizim evimizden hiç eksik olmadı. Annemin çok lokmasını yemiştir. Babamı da annemi de unutmadı hiç. Hakikaten çok vefalı bir insan. Diğer zamanlarda da babamla ilgisini hep gözetti. Nerede karşılaşsa çok hürmet ederdi. Mesela babamın cenazesine geldiği zaman Emin Saraç Hocam “İyi ki geldin.” diyor, Tayyip Erdoğan’a. O da “Nasıl gelmeyim hocam. Benim elimden tutup İmam Hatip’e yazdıran odur hocam, bende hakkı var.” diyor. Babamın ilmi çalışmaları da çok. Hem vaizliği var otuz seneye yakın Fatih civarındaki camilerde özellikle Fatih Camii’nde. Bir müddet müftülük de yaptı babam. 1982 yılında Fatih Müftülüğünden emekli oldu. Ondan sonraki seneler yine kitabevinde derslerine devam etti. 70’li yaşlarına kadar kitabevine gitti. Sonra sıhhî problemleri başlayınca, vefatından dört beş sene evvel eve aldık babamızı. Yani yaşı çok ilerlemişti. Babamın Osmanlıcadan Latin alfabesine aktarılma birçok hizmeti var. Mesela Hulâsatü’l-beyân fî tefsîri’l-Kur’ân tefsiri, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi’nin. 60’lı yıllarda. Yine Büyük Haydar Efendi’nin Usûl-i Fıkıh Dersleri eseri. Bunlar hep babamın gayretleriyle Latin harflerine aktarılan eserler. İmam Birgivî Hazretlerinin eserleri ilk defa neşredildi. Daha evvel mahtut idi. Eğer imkanı olsaydı, sıhhati elverseydi, mahtut olan, daha önce basılmamış eserlerin de gün ışığına çıkmasına, insanlara faydalı olmasına katkı sağlardı. Çünkü İmam Birgivî’ye çok meftundu, onu çok severdi. Babam hayatı boyuca  eṭ-Ṭarîḳatü’l-Muḥammediyye’yi çok okuttu. Babamın okuttuğu kitaplar arasında “et-Tâc” vardı. Ben de bunu ve Sahih-i Buhârî’yi babamdan takip ettim. Tefsir olarak Safvetü'’t-Tefâsir’i çok severdi. Çünkü mucez bir tefsir. Meraci’ ve müfredatı itibariyle de çok güzel. Onu okutur, İbn Kesir okuturdu. Beyzavî okuturdu. Hâzin tefsirini çok severdi. Tefsir-i Kebir keza. Babamın hem mütekaddimin hem müteahhirin ulemadan eserler okuturdu. Ders veriş şekli de çok güzeldi. Babam derse başlarken ilk önce kitabı anlatır, kitap hakkında bilgi verir. Sonra müellifi anlatır. Medreselerde bu usul ve kitabiyat çok zayıf. Sonra anlatacağı dersi anlatır, okumaya başlardı. Ertesi gün derse gelince bir gün evvel ne okumuştuk onu hatırlatır size. Isıtır, hazırlar ve ikinci derse başlardı. Yani babamın pratik bir yöntemi vardı. Babam 2011 yılında vefat etti. Sultan Fatih Camii haziresinde orada medfun. Fatih Camii’nde vazife yaptığı yerde, o güzel insanların arasında. Rahmetullahi aleyhim ecmain.

Elvani: Hocam Dersaadet Kitabevi’ni babanız kurdu, siz devam ettirdiniz sonra…

Subaşı: Evet babam kurdu. Ben de çalıştım babamla Beyazıt’ta. Şimdi benim ve babamın kitapçılık anlayışı farklıydı. Ben mesela kitap neşretmeyi çok seviyorum. Yeni kitaplar neşredelim, Türkiye’deki ilim erbabı, hocaefendiler, öğrenciler istifade etsin diyorum. Babam da tabii, kitapla birebir, perakende ilgilenmeyi seviyor, eski usül. Dolayısıyla bir anlayış farkımız vardı babamla. Onu üzmeden kırmadan Fatih’te baba dedim “Sen burada perakende yap, ben orada toptan kitapçılık yapayım” dedim. Yine Dersaadet Kitabevi, Beyazıt merkez, orası toptan şeklinde. Fatih’e gittim ben. Elhamdülillah çok kitaplar neşrettim. On günde bir kitap neşrediyordum. Azami on beş günde bir kitap. Yani senede 30 ile 50 arası kitap çıkartıyordum. Kıymetli kardeşim, bunlar da genelde şu kitabı basarsan alırız şeklinde değil. Aklıma geliyor mesela şu kitabı neşredeyim ben, kıymetli eser. Bugün kimsenin yapamayacağı şeyler, diyelim ki Beyzavî Hâşiyesi Konevî, battal boy, yedi cilt. Yani kimsenin aklına gelmez. İki cilt Beyzavî bastım onunla beraber hâşiyesini bastım. Bunlara verdiğim para bir dubleks dairenin parasıydı. Kim yapar bunları şimdi. Dönüp arkama baktığım ân çok güzel eserler çıkarttım, yine Râmûzü’l-Eḥâdîs̱’in Ahmed Ziyaüddîn Gümüşhanevî Hazretleri tarafından şerhedilen nüshası Levâmiʿu’l-ʿuḳūl , aklıma gelenler bunlar. Efendim, Sabûnî’nin bütün eserleri. Rahmetullahi aleyh Hocaefendi, müellefatının neşri hususunda bize müsaade etmiş idi. Safvetü'’t-Tefâsir, Muhtasar-ı İbn Kesir, Tefsiru Âyâti’l-Ahkâm olsun et-Tibyan fî Ulûmi'l Kur'an vs. diğer eserler olsun. Bunlar da genelde o dönemde 28 Şubat döneminde, İlahiyat Fakülteleri’nde okutulan eserlerdi. İlahiyat Fakültelerinin tefsir, fıkıh, hadîs, kelam, gramer kitaplarını, medreselerin de ihtiyaçlarını karşılıyordum. Medreselere yönelik de kitaplar çıkartıyordum. Metinler, şerhler, haşiyeler. Bir de cemaatlere yönelik kitaplar. Sözgelişi Süleyman Efendi cemaatinin ihtiyaç duyduğu kitaplar. Doğudaki medreselerin ihtiyaç duyduğu kitaplar. Bunları da neşrediyordum. Belli bir zamandan sonra da özellikle Emin Saraç hocamın direktifiyle bir şeyler öğrendik. Bunları kendi vücudumuzda zayi etmeyelim, ders verelim, bildiklerimizi aktaralım dedik. Fatih’teki kitabevinde kitapçılık yaparken başladım. Burda da (Üsküdar’da) yaklaşık 20 sene hem kitapçılık yaptık hem de bildiklerimizi aktardık. Hem arapça dersleri hem Osmanlıca… Halen de devam ediyorum. Elhamdülillah, bunlardan hiçbir zaman maddi bir karşılık istemedim. Nereye ders verdiysem, kime ders verdiysem maddi bir talebimiz olmadı şükür Allâh’a…

Elvani: Hocam Âsitâne’nin kuruluşu nasıl oldu?

Subaşı: Fatih’te kitapçılık yaparken 28 Şubat’ı yaşadık. Fatih kitapçılık dönemimin sonuna doğru. Efendim çok zarar gördüm ben. Niçin? Çünkü benim yaptığım iş Arapça kitapçılıktı. Muhatap olduğum kesim genellikle ilim ehli. 28 Şubat’tan sonra medreseler kapatıldı kurslar kapatıldı veya takibata uğradılar. Birçok insan tahsilini bırakmak zorunda kaldı. Özellikle Doğu’da Güneydoğu’daki medreselerin kapılarına kilit koydular. Hocaefendiler batıya hicret ettiler. Ondan sonra benim işlerim de haliyle ticari anlamda zarar gördü. Aziz Mahmud Hüdayi Camiinin sokağında oturmam hasebiyle bir gün şu anda bulunduğumuz dükkanı işleten şahıs: “Gel dükkanını buraya taşı, evine de yakın. Karşıya gidip gelmekten kurtulursun.” diye bir ışık yaktı bize. 21 senedir Üsküdar’dayım. O zaman Âsitâne ismini buraya geldiğim zaman belirledim. O esnada babam karşıda kitapçılık yapıyordu Dersaadet Kitabevi, ben de burada Âsitâne Kitabevi.

Elvani: İki kitabevi de İstanbul’un eski iki ismi. Çok manidar. Dersaadet ve Âsitâne… Hocam peki kitapçılıktaki ana hedefiniz ne idi?

Subaşı: Evet öyle oldu. Yaptığım kitapçılıktaki ana hedefim şu: Eslafımızın neşretmiş olduğu kitapları tekrar dünyaya kazandırmak. Anlatabildim mi? Dünyaya kazandırmak diyorum bakın Türkiye’ye kazandırmak demiyorum çünkü neşrettiğim kitaplar Türkiye’nin dışındaki ilim merkezleri tarafından da yakinen biliniyor, takip ediliyor ve alınıyordu. Bastığım kitaplar Şam’da çok basıldı. Mısır’a çok gitti, diğer İslam ülkelerine çok gitti. Mekke’ye Medine’ye her gidişimde valiz valiz oradaki hocalara kitap götürürdüm.

Elvani: Bu şekilde tanıtım yapılmış oldu.

Subaşı:  Tabi tabi Amerika’da özellikle çok. Mesela bir hatıramı anlatayım size. Üsküdar’da kitapçılık yaparken bir gün birden rahatsızlandım. Fiziki rahatsızlık. İstirahat etmem gerekiyor mutlaka. Evde yatıyorum. Telefon ettiler bana Güney Afrika’dan bir şahsın geldiğini söylediler. Şu şu kitapları istiyorlar. Bunlar bir baktım ileri düzey medrese kitapları. Hindistanlı Müslümanlar Güney Afrika Müslümanları medrese kurmuşlar orada ilmi gayretleri var. Bu kitaplar Türkiye’de Yusuf Subaşı’ da bulunur, başka yerde bulunmaz. Adam kalkmış gelmiş. Ben hastayım dedim. Dedi ki ben tuttum Güney Afrika’dan geldim senin için dedi. Ben de ne yaptım? Ümmetin hakkı var bizde dedim. Ben de 3 gün boyunca bir saat oturdum bir saat çalıştım. Bunu niçin anlatıyorum? Yaptığım hizmet orada bilinmiş. Orada bilinmiş Elhamdülillah. Hiçbir zaman önyargı gözetmeksizin her kesim Müslümana yardım etmeyi istedim. Bir yerde çorba kaynıyorsa orada muhakkak benden de bir tuz bulunsun isterim o çorbada. Ama şu var: “Müslüman; fitne, fesat, fücur ve fıska alet olmamışsa hepsinin başımın üstünde yeri var” dedim. Hizmet etmeyi şiar edindim kendime. Hangi cemiyet, cemaat, vakıf kim olursa olsun ne olursa olsun. Yani eslafımızın kitaplarını tekrar gün ışığına çıkartmak… Hedefim bu. Yeni kitaplar da yaptım onlar da oldu, bunlar da oldu. Tasavvufî kitaplar vesaire işte aklınıza ne geliyorsa. Yüzlerce kitap. Tahmin ediyorum ki Türkiye’de benim kadar Arapça, Osmanlıca kitap neşreden olmamıştır.

Elvani: Hocam bir eser neşredilecekse burada sizin kriterleriniz nedir?

Subaşı: Sözgelişi bir kitap neşredeceksem mesela el-Fîrûzâbâdî’nin el-Ḳāmûsü’l-muḥîṭ’inin tercümesini neşredeceğim. Birisi bana dedi ki: “O kitabı neden neşrediyorsun? 15 senede bitiremezsin, satılmaz.” dedi. Olsun dedim. 15 senede bitsin ama birisi Kāmus Tercümesi alacağı zaman bulabilsin onu adam. Onu neşrederken basılmış tüm nüshalarını göz önüne koyarım. Hangi nüsha daha müraccah basmak için ve musahhah. Mutlaka bunu göz önüne alırdım. Mesela Mehmed Zihni Efendi’nin el-Kavlü’l-ceyyid fî şerhi ebyâti’t-Telhîs ve şerhayhi ve hâşiyeti’s-Seyyid isimli eserini basarken onun basılmış 3 nüshası var son nüshası daha musahhah. Bunları göz önüne, itibara alırdım hangi nüshanın basılması gerekiyor. Bunu önemserdim.

Elvani: Hocam genellikle hangi alanlarda eser neşrediyorsunuz?

Subaşı: Neşrettiğim kitaplar içinde her branştan kitap var ama felsefeden hiç kitap neşretmedim. Elhamdülillah felsefe kitabı çıkartmadım. Mahzuru var mı? Yok. Ama öncelik itibariyle hiçbir zaman felsefeyi birinci sıraya koymadım. Tercih olarak. Yapılabilir mi yapılabilir. Mesela Lugatçe-i Felsefe önemli bir kitap, İsmail Fenni Ertuğrul’un. Onu fotokopi kitap olarak yaptım. Metâlib ve Mezâhib, Elmalılı Muhammed Hamdi’nin tercüme ettiği kitap. Onu da yaptım. Bunlar kıymetli eserler. Ama mesela hiçbir zaman 20 kitap 30 kitap o konuda neşretmedim. Ama hadîsten daha çok zannediyorum neşrettiğim kitap. Tefsirden fıkıhtan daha çok kitap neşrettim. Ve kavaid kitapları. Usûl kitaplarına çok ehemmiyet verdim özellikle usûl-i fıkha. Çünkü usûl-i fıkhı bilmeyen, fıkhı bilemez. Usûl-i hadîsi bilmeyen hadîsi bilemez. Usûl-ı tefsiri bilmeyen tefsiri bilemez. Metodoloji kitapları çok önemli. Çok kitap neşrettim bu konuda, Elhamdülillah.

Elvani: Bir kitap sizin elinizde hangi merhalelerden geçiyor, basımına kadar?

Subaşı: Şimdi bir kitabı neşredeceğim. Orijinal kitap elimde var ama bakıyorsunuz her sayfa çiçek gibi tertemiz değil. Yani kitabın tamamından bir kitap çıkamıyor. Eskiden kitapların sayfalarının filmlerini çekerdik. Oradan montaj yapardık. Oradan da basılırdı. Ofset baskı. Şimdi dijital baskı var. Çok daha kolay. Yayıncılık şu anda çok kolaylaştı. Ama benim yaptığım dönemde hakikaten iğneyle kuyu kazıyorduk. Bazen bir kitap yetmiyordu. Aynı kitabın ikinci üçüncü dördüncü nüshalarını arıyordum ki elimdeki nüshanın kötü sayfalarını diğer kitaplardan karşılaştırıp onların iyi sayfalarını alayım diye. Onların iyi yerlerini çekerdik üzerlerinde bazen rötuşlar yapardık. Rötuşlar olur, temizlemeler. Çapaklar vesaire var. Bunların hepsi benim elimden geçerdi. Hangi kitabı neşredeceksem sayfa sayfa, forma forma mutlaka gözümden geçecek ben göreceğim. Ondan sonra matbaaya hazır pozisyona gelecek. Matbaada basılır 150 tane de ciltlenir. Kapak dizayn ve motifleri, teknik bütün işlerin tamamı benim elimden çıkardı.

Elvani: Başından sonuna kadar bütün işçiliği size ait oluyordu yani…

Subaşı: Başından sonuna kadar ne varsa. Bunun dışında da basamayacağım kitaplar için yaklaşık 40 senedir fotokopi ve cilt işini kendim yapıyorum perakende olarak 5 tane 10 tane mesela. Bir kitabı 500 taneden aşağı basamıyoruz. Çünkü maliyeti karşılamıyor. Ama bastığın zamanda hakikaten kendini kurtarmayacak kitaplar oluyor. Onları da az miktarda 5 tane 10 tane 20 tane 30 tane böyle onları da gene kendim yapıyorum. Fotokopisini kendim çekiyorum cildini de kendim yapıyorum. Yani muhtemelen bu kadar işi yapan aynı kişiyi tek bir adamda belki her yerde bulamayabilirsiniz.

Elvani: Hocam böyle bir işi tek bir insanın yapması nasıl mümkün oluyor?

Subaşı: Bu yapılan işlerin hepsini üst üste koyduğun zaman bir tane daha bulmak isterseniz bulamayabilirsiniz.(gülerek)

Elvani: Hocam Arapça neşriyatın Türkçedeki durumunu nasıl görüyorsunuz?

Subaşı: Ben iyi görmüyorum hiç iyi görmüyorum. Ama bu Suriyelilerin gelmesiyle azıcık bir ivme kazandı. Fakat ondan önceki dönemde ve hâlihazırda Türklerden Arapça kitapçılık yapanlar hususunda müştekiyim. Niçin? Çünkü kitap neşredenlerin tacir olduğu kanaatindeyim ben. Yani kitaptan para kazanmak için. Mesela kitabiyat hakkında sıhhatli bilgilerinin olduğu kanaatinde değilim. Hangi kitabı basarsak ne kadar para kazanırız? Ne kadar gelir elde ederiz.? Bunu hesaplıyor kitapçı!

Elvani: İlmi emanet…

Subaşı: İlmi vasıfları kesinlikle yok ve kitabiyat bilgileri de yok. Gariptir ki üzülerek söylüyorum. Kaç kişi var Arapça kitapçılık yapan İstanbul’da sözgelişi 20 tane olduğunu düşünelim. Herkes birbirinin bastığı kitabı basıyor. Yazık oluyor şu açıdan yazık oluyor. Birincisi birbirlerinin maddi gelirlerini engelliyorlar. Siz para kazanırsanız hayatiyetiniz devam eder bir hizmet etmek isterseniz paraya kavuşursunuz iki. Zekat veremezsin sadaka veremezsin. Hacca da umreye de gidemezsin paran yoksa değil mi? Sadaka veremezsin kurban bile kesemezsin, paran yoksa. Dolayısıyla para kazanmak gerekiyor. Ne için o zaman Müslümanın para kazanmasını engelliyorsun, aynı kitapları basarak? Herkes birbirinin bastığı kitapları basıyor yazık günah değil mi? Yapılacak basılacak o kadar neşredilecek kitap varken bütün kitapçıların hepsi birbirinin bastığı kitabı basması bir Allah-u Teâlâ’nın Rezzâk olduğu kanaatinde değiller bana göre. Yani bu rızk bahsini iyi bilmiyor bu kitapçı tacirler. Rızk konusunda kimsenin sıkıntısı olmasın. Rızk konusu mukadderdir, çorbası kaynayacak herkesin. Sen hizmetini yap. Ben birçok kitapçıya kitapçılık mesleğine başlarken kitapçılığın Allah’ın rızasında olan bir meslek olduğunu onlara ima etmişimdir. Yani üzülüyorum. Herkes aynı kitapları basıyor. Türkçede de neredeyse aynı. Bakıyorlar para getiren kitaplar var. Bir bakıyorsun her kitap evi aynı kitabı basıyor. Halbuki yapılabilecek çok hizmetler var.

Elvani:  Özgün eserler neşretme noktasında yetersiz görüyorsunuz…

Subaşı: Tabi tabi. Hem eslâfımızın bugüne kazandırılması gereken kitaplar hususunda hem de bugünkü idrake göre yapılması gereken kitaplar hususunda. Çünkü bugünü yaşayan mesela 20 yaşında, 30 yaşında daha genç hatta daha küçük çocuklar için algıları idrakleri 2020 senesinin idrakidir. Onlara 1920’de 1930’da 1940’da telif edilmiş eserleri önlerine koyamayız. Üslup olarak anlayış olarak idrak olarak değil mi? Yani farklı şeylerde sunmalıyız onlara bilgi değişmez ama üslup değişebilir.

Elvani: Hocam en son hangi kitabı neşrettiniz?

Subaşı: En son neşrettiğim kitap Sahih-i Buharî’nin İkinci nüshası. Sultan Abdülhamîd Hân’ın vakfiyesi olan Sahih-i Buhari. el-Yûnînî  neşri diye bildiğimiz eseri neşrettim ondan sonra bir daha neşredilen kitap olmadı. 3 senedir kitap neşretmiyorum. Frene bastım biraz. Yaşım ilerledi fiziken de yoruluyorum. Kendi aile efradım içinde bana yardımcı olacak kimse de yok. El eliyle yılan tut yarısını yalan tut demişler. Başkasıyla da olmuyor bu iş. Bir de yani zor bir insanım. Benimle beraber insanların çalışması da zor. Geçimsiz bir insanım o bakımdan yanımda kimseyi tutamıyorum.(gülerek)

Elvani: En çok basımı yapılan ilgi gören kitaplarınız hangileridir?

Subaşı: Muhammed es-Sabuni’nin kitapları tamamen. Ders kitabı olarak okutulan kitaplar. Sözgelişi Kudûrî’nin şerhi olan el-Lübab. Mesela Kasasu’n-Nebiyyîn Ebü’l-Hasan Nedvî’nin. söz gelişi… Bu tarz kitaplar çok okunan kitaplar. Bir de klasik olarak medrese kitapları, Mecmuatü’s-Sarf  ve Mecmuatü’n-Nahv. bunları çok neşrettik. Bir de Osmanlıca olarak Mızraklı İlmihal. Çok neşrettim elhamdülillah.

Elvani: Benim Âsitâne ismi ile tanışmam da Kasasu’n-Nebiyyin isimli eserle başlamıştı medrese eğitimi gördüğüm dönemde.

Subaşı: Ebü’l-Hasan Nedvî tarafından etfal için mübtediler için hazırlanmıştır. Mekânı cennet olsun. Cenaze namazını ben Medine’de kılmıştım gıyaben. Çocuklar için yazmış olduğu bu kitap Arapça’da mübtedi olanların çok güzel okuyacağı bir kitap. Ama şöyle söyleyeyim. Siz en çok satılan kitaplar dediniz. Bir de zarar ettiğim kitaplar çok var. Yani basmış olduğum ama Müslüman teveccüh göstermiyor. Lütfedip kitap almıyor. Şimdi bunları da zikredersem o zaman doğru olmaz. Neşrettiğim ilgi görmemiş iltifat görmemiş, teşvik görmemiş böyle çok kitabım oldu ne yazık ki!

Elvani : Örnek olarak birini zikreder misiniz?

Subaşı: Bir tane söyleyeyim: Levâmiʿu’l-ʿuḳūl. 500 nüsha bastım. 100 tanesini zekâtım olarak vermişimdir ne yazık ki. Yani halbuki çok berekatlı ve çok feyizli bir eserdir o. Râmûzü’l-eḥâdîs̱’in şerhidir. Ben 6 defa hatmettim o kitabı elhamdülillah. Yani benim hadîs dağarcığımı çok zenginleştirmiş bir eserdir o.

Elvani: Hocam yapamamaktan hayıflandığınız bir hizmet var mı?

Subaşı: Çok şey var. Ömür kısa yapamadığım çok şey var maalesef ama Allâh kürsüsünü boş bırakmaz. Yapanlar çıkar.

Elvani: Hocam hizmetinizi daha çok hangi âlimlerin eserlerine teksif ettiniz?

Subaşı: Kıymetli kardeşim ben özellikle Osmanlının son 100 senesindeki ulemaya meftunum. O kadar büyük eserler var ki ne şaheserler var! Mesela onlardan biri Sırrı Paşadır. Sırrî-i Girîdî.  Sırrı Paşa’nın çok kitaplarını neşrettim. Osmanlı toprağında ayak basılmamış yer bırakmamış bu zat ve eserleri de çok zengin. Mesela Sırrı Paşanın neredeyse ona yakın eserini neşrettim. Mesela Mehmet Zihni Efendi’nin eserleri. Ekol bir insan. Çok harika. İzmirli İsmail Hakkı mesela. Ömer Nasuhi Bilmen’in Osmanlıca eserlerini neşrettim. İşte bunlar hep Osmanlının son 100 senesinin şah eserleri. Çok büyük adamlar.

Elvani: Hocam Âsitâne üç yıldır eser neşretmiyor. Eski yerinden de ayrılarak daha küçük bir mekâna taşındı. Bu, Âsitâne’nin neşriyat camiasına veda ediyor olduğuna mı işaret ediyor?

Subaşı: Evet. Ama şu var Allah kalplere ilham eder ilka eder. Yani birileri çıkar bu işleri yaparlar. Şimdi bak mesela Yazma Eserler Kurumu. 30 sene evvel 40 sene evvel devletin böyle işlere imza atacağına inanır mıydınız? Elhamdülillah çok güzel. Harika evet. Olur yani zayi olmaz. Ama şu var; إِذَا مَاتَ الْإِنْسَانُ انْقَطَعَ عَنْهُ عَمَلُهُ إِلَّا مِنْ ثَلَاثَةٍ Bu hadîs-i şerifin ışığında bizden 7 batın, 8 batın, 10 batın, 15 batın evvel yaşamış ecdadımızın terekesi olan âsâr neşredilmediği sürece tahtettürab olmuş unutulmuş oluyor. Yani bunların eserlerini gün ışığına çıkartmazsak onların defterleri kapanıyor bir. Biz onlardan istifade edemiyoruz bizim defterimiz kapanıyor iki. Anlatabildim mi? Bu hadîsi bu konuda iyi anlamalıyız kanaatime göre değil mi? Defterleri kapanmasın, onların hayırları devam etsin. Şunun gibi; Camii, yapılmış sonradan yıkılmış virane olmuş içinde namaz kılınmıyor. Dolayısıyla bânisi için kayda geçen bir hasenat yok. Öyle mi? Yani bir köprü yapılmış 300 sene evvel yıkılmış çeşme yapılmış suyu akmıyor. O zaman gitmiyor hayır sahibine. Bir faide gitmiyor. Sadaka-i cariye işlemiyor. Ben kitapları bu açıdan değerlendiriyorum. Gün ışığına çıkaralım bu âsârın sahiplerinin defterleri açılsın. Biz de istifade ederek bir hayra bir fâideye ulaşalım.

Elvani: Hocam teveccüh gösterilmeyen eserlerden bahsettiniz ama şu an genel itibariyle kitaplardan bir uzaklaşma söz konusu. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Subaşı: Bu teveccüh gösterilmeyiş, kitapları insanların tanıyamayışından kaynaklanıyor bir. İkinci konu da değer verdiği dünyalıkların bunların önüne geçilmesinden kaynaklanıyor. Dünyevi objeler daha kıymetli. Yani mesela büyük çoğunluk için kesinlikle bir cep telefonunun kıymeti harbiyesi, bir kitabın kıymeti harbiyesinden daha ileridedir. Halbuki kitap, cehaletini önleyecek insanın. Onu yükseltecek, değer verecek ona. Telefon bir yerden bir yere haber ulaştırma vasıtasıdır. Gerçi bugün fonksiyonları çoğaldı ama sahip olduğu hünerleri itibariyle.

Elvani: Hocam sizin kitapseverlere, kitapla meşgul olanlara yapmak istediğiniz tavsiyeler nelerdir?

Subaşı: Ben kitapla bir ömür geçirdim zannediyorum onunla haşrolacağım. Neyi severseniz onunla haşrolursunuz, ondan karşılık görürsünüz. Dolayısıyla Müslüman da kitaba değer verirse aynı Kuran gibi. Kuran’ı kerim şefaatçi olarak gelecek diyor Peygamber Efendimiz(s.a.s) okuyan için. Kitaplar da bizi kurtaracak. Ama aksesuar olmasın kitap, evlerin objeleri olmasın. Okuyalım ve kazanalım. Mutlaka.

Elvani: Hocam şu an ilgilenilmiyor kitaplarla, ilgilenenlerin bir çoğu da bahsini ettiğiniz niyetlerle ilgileniyor…

Subaşı: Aksesur olmasın, mobilya olmasın kitaplar. Mutlaka okuduğumuz şeyler bizi kıymetlendiriyor ve çok şey kazandırıyor bize. Ya kitabı okuyarak direkt olarak alacağız bunu yahut da kitabı okuyandan dinleyerek alacağız. İki yolu var değil mi. Ya işiterek sema’ yoluyla ya da kıraat yoluyla ya işiteceğiz ya da okuyacağız. Üçüncü yolu yok değil mi?

Elvani: Hocam sorularımızın sonuna geldik, son olarak eklemek istediğiniz bir husus varsa buyrunuz lütfen…

Subaşı: Ben son olarak şunu söylüyorum: Herkesin yaptığı mesleği Allâh’ın ona bir in’âmı ve lütfudur. Rabbimin beni sevdiği zann-ı gâlibi üzereyim. 46 senedir kitapla olmamdan mütevellit Elhamdülillah, şükür Allâh’a. Bu mesleği ifa etmemden dolayı hep güzel insanları tanıdım. Hep güzel insanları tanıdım. Yani rahatsız olduğum davranışlar da olmuş mudur? Mutlaka olmuştur. İnsanız netice itibariyle ama hep güzel insanları tanıdım, onlarla beraber oldum. Çok güzel bir şey Elhamdülillah. Hatıralarımı 10 cilt kitap yazsam kitapçılıkla ilgili kaleme alınır.

Elvani: Hocam çok teşekkür ederiz, Allah razı olsun. Vakit ayırdığınız ve bu güzel sohbet imkanını bizlere tanıdığınız için…

Subaşı: Eyvallâh. Rica ederiz. İlgilenen herkese de selam ederiz.

Yunus Elvani

Yorum Yaz