Bilim insanlarına göre insanlık tarihi 12 bin yıl kadar geçmişe gidiyor. Ve yaşayan her insan belli bir zaman dilimi içerisinde hayatını sürdürdü ve sürdürüyor.
Hayata gözlerini açan bir bebeğin zaman ile imtihanı o salisede başlamış oluyor. Adeta akan bir nehir gibi insan ömrü de akıp gidiyor. Bizler ise uçan bir kuşu yakalamaya çalışan birisi gibi akan zamanı yakalamaya çalışırken zamanımızın bittiğinin farkına varamıyoruz. Zil çalıyor ve dünya sahnesinde bizim rolümüzün bittiği söyleniyor.
İşte tam da bu dünya sahnesinde başlangıçtan sona kadar rolümüzü nasıl oynadığımız ve bize ayrılan zamanda ne yaptığımız önem kazanıyor. Çünkü biz iman ediyoruz ki dünya sahnesi sadece bir geçiş yahut bir durak. Bizler bu durakta beklerken geçen sürede ne yaptığımızdan hesaba çekilip asıl mekânımız olan ahiretteki yerimizi şekillendiriyoruz.
20. yy’in önemli alimlerinden olan Abdulfettah Ebu Gudde Riyad’daki Şeriat Fakültesinde yaptığı kısa bir konuşmadan yola çıkarak yazdığı “Zamanın Kıymeti” kitabı yukarıda anlatmaya çalıştığım zaman kavramını, bize verilen mühlette Müslümanların nasıl davranması gerektiğini ve Müslüman alimlerin geçmişte nasıl bir ömür geçirdiklerini anlatyor.
Mesela tabiinin zahidlerinden Amir ibn Abdikays’ın rivayetine göre, bir gün bir adam kendisine “Benimle konuşur musun?” diye sorar. O da ona şöyle cevap verir: “Güneşi yerinde tut, seninle konuşayım”[1] Bu örnekten yola çıkacak olursak Amir ibn Abdikays kendisine soru soracak olan birinin kendine verilen zaman mühletinden götüreceği vakti düşünüp karşısındakine güneşi tutma yani zamanı durdurma şartı ile soru sorabileceğini belirtmiştir. Eskilerin büyükleri her durumda zamanın kıymetini bilmiş ve her daim geçirdiği vakitlerin hesabını vereceğini bilerek hareket etmişlerdir.
Bir başka örnekte Halil ibn Ahmed şöyle demiştir: “Bana en ağır gelen vakitler, yemek yediğim zamanlardır”[2]. Öyle birini düşünün ki yemek yediği vakti bile boşa geçen vakit olarak görüp o vakit içerisinde kendini kötü hissediyor. Evet çağımızı düşünecek olursak bu misaller bize göre çok uzakta kalıyor. Fakat bir de şöyle düşünmek gerekiyor yemek yediği veya bir başkasından soru aldığı vakit için vaktinin harcandığını düşünen bir ümmetten, 1-2 saat vaktini dolu dolu geçirdikten sonra 1-2 saatte o dolu geçen vaktin telafisi olarak hayırsız işlerle uğraşan bir ümmete geldik. Ömürlerini ilim uğruna adayan bu insanların yanında ömrünü nefsi uğruna geçiren bir ümmet olarak nasıl oldu da bu duruma geldiğimizi düşünmemiz gerekiyor. Onların nasıl o hassaslığa sahip olduğunu düşünecek olursak onlar için “ilim talep etmek beşikten mezara kadardı” diye biliriz.
Evet, Suyuti’nin Buğyetu’l-Vu’at adlı eserinde Bahauddin ibnu’n Nehhas el-Halebi’nin terceme-i hali verilirken şu şiiri de zikredilir:
“İlim, oradan buradan toplanan
Bir şey üstüne bir şey koymaktır
Böyle devam eden bir insan
Bir gün hikmete ulaşacaktır
Çünkü sel kocamandır, lakin
Damlalardan oluşmaktadır”[3]
“Çünkü sel kocamandır, lakin damlalardan oluşmaktır” ilim işte budur dostlar. Ömrün bir ucundan diğer ucuna zamanın kıymetini bilerek damlalar oluşturmak ve damlaların birleşmesi ile sele sahip olmaktır. İlim zamanın kıymetini bilmektir.
Son olarak filolog Ahmed ibn Faris er-Razi’nin hala zamanın ve ilmin kıymetini bilmeyenlere nasihat niteliğinde söylediği beyitler ile bitirmek istiyorum
“Yazın sıcağı, güzün serinliği
Kışın da soğuğu seni üzüyor
İlkbaharın o güzelim dönemi
Bu sefer de seni engelliyor
Peki bana söyler misin şimdi
Senin ilme arzun ne zamandır?”
[1] Abdulfettah Ebu Gudde, Zamanın Kıymeti, Ankara: Otto Yayınları, Şubat 2018 s.33
[2] Abdulfettah Ebu Gudde, Zamanın Kıymeti, Ankara: Otto Yayınları, Şubat 2018 s.35
[3] Abdulfettah Ebu Gudde, Zamanın Kıymeti, Ankara: Otto Yayınları, Şubat 2018 s.58