Kâbe İslam sanat anlayışının ilk örneğidir. İbadet kavramının insan eli ile oluşturulmuş tek odak noktasıdır. Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in beraber inşa ettikleri, kimi kaynaklarda Hz. Âdem tarafından temelleri atıldığı aktarılan Kâbe; İbrahimî dinlerin sonuncusu ve “Dininizi tamama erdirdim.” (Maide,3) ayetiyle son hak peygamber Hz. Muhammed’in şeriatı İslam’ın odak noktası ve kıblesidir.
Kâbe, ibadet formatı hasebiyle yüzünü Kudüs’e dönenlerin dini Yahudilikten ve yüzünü İsa Mesih’in doğumu olarak kabul edilen güneşe dönenlerin dini Hristiyanlık dininden ayrılmış ve kendi odağını dinlerin tamamlandığı noktaya koymuştur.
Bu ilahi yapının isminin Kâbe olması formunu tarih içerisinde kaybetmemiş bir küp olduğunun en büyük delilidir. 10 metre uzunluğu 12 metre genişliği ve 16 metre yüksekliğinde bir kübik yapıdır. Tarih içerisinde defalarca farklı nedenlerle tahrip olmuş ve yıkılmış ancak her seferinde inşasında formunu korumuştur.
Kâbe tıpkı yaşayan ruhani bir varlık gibi örtülere büründürülmüştür. Bunun sosyolojik olduğu kadar dinî bir örtü düşüncesini de yaşattığı unutulmamalıdır. Hacer’ül Esvet’e gelince, bu mübarek taş Peygamber tasdiki ile onaylanmıştır. Bazı zamanlarda düşme, kırılma sonucu parçaları kopmuş ise de ana kitle halen Kâbe’nin doğu köşesinde yer almaktadır.
Bu ruhani mekân İslam dini için ibadethane olarak gösterilecek tek mekândır. Beytullah (Allah’ın evi) olaraktan adlandırılan Kâbe, gerçek bir ilahi odaktır. Küpün her bir yüzünün dört ana yöne bakması ve bunun bir zemin ile oturtulması ile bir merkez haline gelmiştir. Ayrıca her cephe tam olarak dört ana yöne bakmayıp dört köşenin bu yönlere baktığını dip not olarak belirtmekte fayda var. Bunun sebeplerinden biri Araplardaki “erkân” anlayışıdır.
Kâbe etrafında yapılan tavaf ibadetine gelecek olursak bu, merkezin tıpkı göklerin kendi kutup eksenleri etrafındaki dönüşlerinin bir yansıması ve taklidi gibidir. Her bir zerrenin meleklerle semaya değin tavafına eşlik ettiği bir odaktır. Bu odak, yeryüzündeki tüm cami ve mescitlerden ve dahi “Allah benim ümmetime bütün yeryüzünü onlara mescit kılmakla şereflendirmiştir.” ayetinin ışığında, “ins u cin” tüm abidlerin secde odağı olmuştur. Bir vücudun azaları gibi gövdeye her yönden sabitlenmişlerdir. Hristiyanlıktaki tüm kiliseler paralel bir yönelişte iken İslam; bir odağa, eksenel birleşme noktasına sahiptir.
Bir yönüyle yerinden bir yöneliş yapılır iken senede bir kez Müslümanlar hacc ibadeti için dinamik bir rol üstlenerek bu odak etrafında tavaf gerçekleştirirler. Bu dinamik yaklaşım, bu topraklara yaklaşır iken dünyadan soyutlanmak ve bir kıyamet örneği gibi herkesin denk olduğu bir ihrama girmek fiili ile tecritli bir yaşam ve ölüm provası gibidir. Hz. İbrahim gibi kurban kesen Müslümanlar İslami literatürde “hacı” olarak adlandırılırlar.
Bu derece ruhani olan bu ibadethane İslamiyet’in ilk yıllarında Pers İmparatorluğu ve Bizans İmparatorluğu’nun tampon bölgesinde yer almaktaydı. Bu derece natüralist ve rasyonalist geleneklere direnmek ve var olmak, okyanusa yelken açmaya başlamak gibi bir şeydi.
Hz. Muhammed’in Mekke’nin fethinde “Hak geldi, batıl zayi oldu.” ayeti doğrultusunda Arap putperestliğinin her biri bir günü temsil eden 360 putunu deve ile Kâbe’yi tavaf eder iken devirmiştir. Daha sonra Kâbe’nin içindeki tasvir ve putları da aynı şekilde devirmiş ardından Kâbe’nin pirüpak sinesine Bilal’i Habeşî ezan-ı Muhammedî’yi haykırmıştır.
İslam’ın ikona kavramı o gün oluşmuş sünnetullah üzere uygulanmış ve tevhid inancının özü olan “la ilahe illallah” şehadetini yaşamak olarak “ikon karşıtlığı” kavramı gelişmiştir. Kâinatın kalbi olarak Kâbe’nin içerisinin sadece “Beytullah” kavramı ile doldurulması Müslümanın kalbinin de herhangi bir putlaştırmadan uzak durması misyonunun bir parçası olduğu sonucuna varmak zor olmasa gerek. İslami yaklaşım tasvir ve ikonların kaldırılması gibi bir tercih ile zorunlu tutulur iken aynı zamanda İslam, ikonizmin yerine Hüsnü hat ile kelamullahtan bakkal defterlerine kadar sanatı yaymıştır. İslam’da asıl olan maddeyi değil manayı öne çıkarmaktır. Kâbe’nin gösterişsizliği ile manevi değerinin doğru orantıda olması da bu durumun bir tezahürü olarak değerlendirilebilir.