Partha Chatterjee, Milliyetçi Düşünce ve Sömürge Dünyası adlı kitabında “Batı tipi” ve “Doğu tipi” olmak üzere iki tip milliyetçilikten bahseder. Bunlardan Batı tipi olan ulaşılacak evrensel ilkeler ve geri kalmışlık açısından bir kabullenme içinde olsa da buna ulaşacak “kültürel donanıma” sahip olduğunu düşünür. Doğu ülkelerindeki milliyetçiliğe baktığımızda ise bu ülkeler de kendi “geriliğini” Batı Avrupa ölçülerine göre ölçüp, kabullenmiş ülkeler olmasına rağmen kabul ettikleri bu standartlar yabancı bir kültürden geldiği için bu ülkelerdeki durum Batı ülkelerine göre daha gergin, çelişkili ve sancılıdır. Burada ulusun bir dönüşümü gerekmektedir ve bunun için ulusu yeniden donatacak birçok çaba verilmesi gerekir. Ancak burada taklit etmek ulusun kendi öz kimliğini feda olacağı için hem bu ilerlemenin standartlarına uyma ve geride kalmışlığı telafi etme, hem de kendi öz kimliğini ve kültürel farklılığı koruma çabasına girerler (Chatterjee, 1996, s. 14-15).
19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarında Osmanlı topraklarında gelişen milliyetçi düşünce ile beraber, bir yandan modern olmayı, aydınlanma düşüncesinin öz değerlerine ulaşmayı hedefleyen dönemin Osmanlı entelektüelleri, öbür yandan asli ve bozulmamış bir köken arayışına girerek Chatterje’nin tanımladığı milliyetçiliğin gerilimini yaşamışlardır. Sömürgeci bilgi, Batı dünyasının siyasi uygulamaları, Batının moral değerleri dışlanırken, “modernleşmeye” ve “gelişmeye” duyulan arzu ile Avrupa-merkezci kategoriler baz alınmaya devam edilmiş, böylelikle Batının epistemik ve moral egemenliği bir yandan kabul edilirken, bir yandan reddedilmiştir. Dolayısıyla geç Osmanlı döneminde de milliyetçi düşünce doğası gereği çelişkili bir yapı oluşturmuştur. Ayrıca bu milletler kapatılması gereken tarihsel mesafenin çok büyük olduğunun farkında oldukları için ve bu “gerilik” bilgisinden ötürü rahatsız bir konumdadırlar. Bu sıkıntılı durum birçok huzursuzluğu ve gerilimi de beraberinde getirmiştir.
Chatterjee bu tarz bir milliyetçilikle beraber “eşitsiz gelişme”nin de beraberinde geleceğini söyler. Yani Batı standartlarına uygun olarak eğitim almış ve halkın bu anlamda yeniden yapılandırmasında görev alabilecek “aydınlar ikinci sınıf vatandaşlıktan birinci sınıf vatandaşlığa geçerler ve buna ek olarak nadir olmanın büyük ayrıcalıklarını da kazanırlar” (Chatterjee, 1996, s. 19). Bu da toplumun içinde hiyerarşik bir yapılandırma oluşturur. Geri kalmış toplumlardaki bu aydınlar halklarına karşı böyle bir görev üstlenerek onları “himaye etmeye”, “eğitmeye” ve “aydınlatmaya” girişirler. Ayrıca bu tarz bir düşüncenin sonucu olarak Chatterjee’in vurguladığı “kültürel homojenlik”in bu ülkeler için kaçınılmaz olması toplum içinde farklılaşan seslere karşı ötekileştirme mekanizması oluşturmaya sebep olmuştur. “Milliyeçilik “önceden- var olan kültürlerin bazılarını genellikle süreç içinde onları dönüştürerek kullanır, ama onların tümünü kullanması ihtimali yoktur” (Chatterjee, 1996, s. 22). Dolayısıyla merkezi otoritenin dönüştüremeyeceği aykırı sesler bu homojen yapıda kendilerine söz hakkı da bulamayacaklardır.
Burada asıl dikkat çeken nokta bu tarz bir milliyetçiliğin oryantalizme koşut bir ilişki içinde olmasıdır. Bu anlamda Chatterjee, tanımladığı bu milliyetçi düşüncenin sömürgeci tarihin söyleminden bağımsız olmadığını söyler. Milliyetçi düşünce de varlığını Doğu ve Batı arasında kurulan özcü zıtlıklara borçludur. Yani sömürgeci düşüncenin Doğu ve Batı arasındaki ontolojik ve epistemolojik ayrıma dayanan düşünme biçemi milliyetçi düşüncede de görülür. Dolayısıyla antiemperyalist milliyetçi söylemle kurulan özcü zıtlıklar, milli köken ve otantiklik vurgusu, sömürgeci tarih tarafından dikte edilmiştir. Bu doğrultuda üçüncü dünya ülkelerindeki modernleşme eğilimleri de 19. yüzyıldaki yerli olanla Batılı olan arasındaki ayrımın bir tezahürüdür. Dolayısıyla oryantalizmin bir stratejisi olarak bildiğimiz Doğunun “doğululaştırılması”, milliyetçi söylemle beraber kendi halkını “medenileştirmeye”, “eğitmeye”, “geliştirmeye” çalışan yerli seçkinlerin modernizasyon girişimlerinde de kendini gösterir (Yeğenoğlu, 2003, s. 158). Bu noktaya dikkat çeken Meyda Yeğenoğlu, Milliyetçiliğin “tersine oryantalizm” olduğunu iddia ederken, bu “tersineliğin” de bizzat sömürgeci söylemin bir ürünü olduğunu savunur:
Doğu/Batı, yerli/yabancı arasındaki bu keskin ayrışma oryantalist söylemde kurulan bir ayrımdır. O halde milliyetçiliği oryantalizmden ve sömürgeci ideolojiden farklı kılan unsur nedir? Chatterjee’yi izlersek, yerlinin sömürgeci ve milliyetçi söylemlerdeki farklı konumlarını görmemiz mümkün olabilir. “Yerli”, sömürgeci söylemde edilgen, milliyetçi söylemde ise özerk, etken ve egemendir. Diğer bir deyişle, ulus kurgusu “yerli”nin kendisini kendi tarihinin öznesi olarak düşünebilmesine dayanır. Fakat “yerli”ye bir öznelik atfedilmesine rağmen, Ulema’nın milliyetçi söylemi oryantalist söylemin epistemolojik yapısını kaçınılmaz bir şekilde yeniden üretmiştir. Batı ve Doğu arasındaki fark özselci bir tipoloji biçiminde korunmaya devam edildiği içindir ki milliyetçiliğin “tersine oryantalizm” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Ancak akılda tutulması gereken önemli nokta bu “terstenliğin” bizzat sömürgeci söylemin bir ürünü olduğudur. (Yeğenoğlu, 2003, s. 181)
Kısacası Chatterjee’e göre üçüncü dünya ülkelerinde gelişen milliyetçilik Doğu ve Batı arasında sömürgeci tarihin söylemiyle örtüşen bir ikili zıtlık/ayrım kurar. Ancak bu ayrımda milliyetçi düşünce kendini edilgen değil etken bir konuma yerleştirir. Dolayısıyla iki söylemin de Doğu ve Batı üzerinde ontolojik ve epistemolojik ayrımı sürdürmekte olduğu gerçeği değişmez.
Maide Terzi
KAYNAKÇA
Chatterjee, P. (1996). Milliyetçi düşünce ve sömürge dünyası. (Çev. Sami Oğuz). İstanbul: İletişim.
Chatterjee, P. (2002). Ulus ve parçaları. (Çev. İsmail Çekem). İstanbul: İletişim.
Yeğenoğlu, M. (2003). Sömürgeci fantaziler oryantalist söylemde kültürel ve cinsel fark. İstanbul: Metis.