DEVLET VE IRK SÖYLEMİ ÇERÇEVESİNDE RUANDA SOYKIRIMI / HOTEL RWANDA
Çatışma (conflict) kavramı üzerine düşününce, çatışmadan uzak bir yaşam insanlar için kaçınılmazdır. Çünkü her insan farklı bir dünya görüşüne, olaylara karşı farklı bir bakış açısına sahiptir. Hatta insanlar aynı dine mensup olsalar dahi, o din özelinde farklı görüşlere sahip olabilirler. Bu ve buna benzer birçok farklılığının ve özellikle kimlik farklılıklarının yaşanması beraberinde çatışmayı getirmektedir. Özellikle günümüz kapitalist dünya sisteminde, kimlik kargaşasını çok belirgin bir şekilde hissetmekteyiz. Buna 2001 yılında gerçekleşen İkiz kule saldırısından sonra da ABD’nin takındığı tavrı örnek olarak gösterebiliriz. Daha önceleri ABD’nin ‘öteki’ olarak benimsediği SSCB’nin çöküşü sonrası ortaya çıkan ‘öteki’ (barbar/ benden olmayan) olgusunun boşluğunu bu saldırılar sonrası; özelde Usame bin Ladin önderliğindeki Taliban, genel manada ise Müslümanlar ve İslam dünyası almıştır. Mevcut olan bu durum aslında siyasi açıdan insanları ‘ortak düşman’ algısı ile bir arada tutmakta ve siyasi açıdan insanların yönetimini de kolaylaştırmaktadır.
Bu minvalde benim tahlilini yaptığım “HOTEL RWANDA” filminde insanlar aynı ülkenin vatandaşları olduklarının bilincini kaybetmişçesine, bir iç savaş (civil war) başlatmışlardır. Bu çatışmanın sonucunda tam olarak ölen kişi sayısı bilinmemekle birlikte, Ruanda Ceza Mahkemesi olaylar sırasında ölenlerin sayısının ‘beş yüz bin ile bir milyon’ arasında olduğunu belirtmiştir.[1] Dinamizmi bakımından da sadece yüz günlük bir çatışma yaşanmış olmasına rağmen bu kadar insan ölmüştür.
Öncelikle Ruanda’nın tarihine bakınca önceleri Almanya daha sonra ise Belçika sömürgesi olmuş bir Afrika ülkesidir. Bu ülkeler kim tarafından kendilerine verildiği belli olmayan bir misyon ile Afrika ülkesi olan Ruanda’ya ‘medeniyeti getirme ve halkını medenileştirmek’ bahanesi ile gelmiş ve onları çok uzun yıllar süren acılara mahkum etmişlerdir. Almanya, Belçika’ya nazaran ülkenin kimliksel yönüyle pek oynayamamıştır. Çünkü bir manada bu işi yapacak kadar uzun süre sömürüde baki kalamamıştır. Belçika ise kırk yıllık bir sömürü yönetiminden sonra ülkeden ayrılırken kendi sisteminin devamı niteliğinde bir iktidar bırakmıştır. Bu da bir nevi sömürünün devamını sağlamıştır. Film özeline dönersek; çatışma Ruanda’nın yerli insanları arasında gerçekleşmiştir. Bu çatışma da aynı ülkenin insanları olmalarına rağmen daha önceleri var olan ancak çok belirgin bir şekilde ırk farkının yaşanmadığı Ruanda’da; Belçika’nın Tutsiler ve Hutular olmak üzere kesin ve sert bir şekilde kategorize ettiği kimlikler üzerinden, çatışmaya başlamışlardır. Filmde bahsedildiği kadarıyla Tutsiler Belçika sömürgeciliğine destek olup ülkede sömürge döneminde söz sahibi olmuşlardır. Bu da Hutular’ın ve Tutsiler’in çatışmasının temel konusunu oluşturmaktadır. Ancak bu durum aslında Tutsiler’den ziyade Belçikalıların tercihleri sonucu oluşmuş bir destektir.[2] Belçikalılar Hutulara nazaran daha güzel, daha uzun boylu, vücut hatları daha düzgün olan ve sayı bakımından daha az olan Tutsiler’i hükümet etme noktasında kendileri ile birlikte yönetimde tutmuş, Hutular’ın ise sayı bakımından daha fazla olmaları hasebiyle halk olarak kalmalarını ve iktidarda söz sahibi olmamalarını yeğlemişlerdir. Bu da iki grup arasında tarihsel olarak da bir ayrışmanın, kutuplaşmanın olmasında neden olmuştur.
1994 yılında yaşanan bu soykırımın (genocide) ana nedenlerinden bir tanesi radyolardır. Radyoların kendilerini ‘büyük gruba’ ait hissetmeleri bu soykırımda etkili olmalarını sağlamıştır. Halkın ekonomik olarak zorluklar yaşadığı, ihtiyaçlarının (need) çok fazla olduğu o dönemde ucuz olması ve kolay ulaşılabilirliği hasebiyle radyo, sürekli dinlenilen bir iletişim aracı olmuştur. Radyolarda, halkın sürekli tetikte olması gerektiği, hatta komşularına bile dikkat etmeleri gerektiği fikri aşılanıyordu. Radyolar üzerinden Tutsiler’e ‘Hamam böcekleri’ denilmekteymiş. Soykırım öncesi sürekli bu ve buna benzer telkinlerin yapılması, iki grubu da kutuplaştırmıştır. Sömürge döneminden kalma itaat kültürünün olması, halkın da bu soykırıma katılmasına neden olmuştur. Tutsiler’i öldürme fiiliyatına katılım halk tarafından bir kanun veya zorunluluk olarak algılanmıştır. Bu itaat kültürü Ruanda’nın kurumsal tarihi ve siyasi kültünün ayrılmaz bir parçası olmuştur.[3] Aslında itaatin olmaması durumunda çok büyük cezaların halka uygulanacağı gerçeğinin olması halkı bu noktada çaresiz bırakmıştır. [4] Radyoda kullanılan ötekileştirici dil ve söylemler, öldürme eylemlerini motive eden başlıca etken olmuş, bu durumda halkın öldürme eylemlerindeki duygusallığını ortadan kaldırmıştır. Radyolar bu katliamın devam etmesini arzu etmiştir ve şu şekilde bir anons yapmıştır: “ Mezarların sadece yarısı dolu…”[5] Aslında radyo yayınları ile bir bakıma fiziksel olmasa da psikolojik şiddet uygulanmıştır. Bu da şiddetin sadece fiziki bir eylem olmadığını aynı zamanda insanların zihin dünyasında bıraktığı etkinin bir neticesini göstermektedir. Ve şöyle bir gerçek vardır ki psikolojik şiddet, fiziksel şiddetten daha kötü bir şiddet türüdür. Kısacası, radyo yayınları ile Galtung üçgeninde ki üçgenin en üst sırasını alan ‘doğrudan şiddet (direct volience)’ uygulanmıştır.
Çatışmada Belçika, Tutsiler’i, Fransa ise Hutular’ı kontrol eden ülkelerdir. Bu durum bizlere soykırımı durdurmak, barışı inşa etmek yerine neden soykırımı desteklediklerini ve bunun sürdürülmesini sağladıklarını sorma hakkı vermektedir. Günümüzde Uluslararası Ceza Mahkemelerinde (International Criminal Court) soykırım suçlarından dolayı ceza alanların yanına devlet bazında, tarihi soykırımlarla dolu olan Fransa ve mutlak manada bu soykırımın temel sorumlusu Belçika’nın da yargılanması gerektiği kanısındayım.
Çatışmada Birleşmiş Milletler Barış Gücü (UN Peacekeeping Force) askerleri bulunmuş, ancak askerlere verilen emre göre ateş etme veya kendisini öldürmek isteyen bir insanı öldürme yetkileri olmadığı için birçok BM Barış Gücü askeri de Hutular tarafından öldürülmüştür. Bu durum da caydırıcılığın (deterrence) olmaması, BM’nin işlevselliğinin sorgulanmasına neden olmaktadır. BM bu noktada yapması gereken ‘koruma sorumluluğunu (R2P)’ yapmamıştır. ABD ve Avrupa ülkeleri insanları bu soykırımdan kurtarmak için daha çok asker göndermek yerine var olan askerlerinin de sayılarını sınırlandırmışlardır. Bu da bizlere yaşanmış olan bu soykırıma göz yumulduğunu göstermektedir. Filmde geçen bir sahnede BM Barış Gücü Generali, barış için mücadele eden otel müdürü Paul’a: “ Sizlerin hiçbir önemi yok, sizlerin canı onların umrunda değil…” şeklinde telkinlerde bulunmaktaydı. Yine filmde geçtiği kadarıyla Ruanda Otelinde kalanlar, Avrupalı devletlerin kendilerini soykırımdan kurtaracağını düşünüyorlarken; gelen bir kurtarma uçağı ile yalnızca Avrupa vatandaşları otelden alınıp kendi ülkelerine gidebilmişlerdir. Hatta Afrika kökenli bir kişinin otelden çıkarken durdurulması ve aslında Britanya vatandaşı olmasından mütevellit uçağa gidebilmesi, bizlere ‘vatandaşlık kimliğinin insanlık kimliğine galip geldiğini göstermektedir’. Bu da BM’nin insan hayatına ne derecede bir önem verdiğini ve misyonundaki başarısızlıkları gözler önüne sermiştir.
Barışı (pax) inşa etme konusunda BM’nin sınıfta kaldığı bir soykırımın gerçekleştiği Ruanda’da, barışı inşa etmek mutlak manada çok ama çok zordu. Çünkü sadece yüz gün gibi kısa bir sürede bir milyona yakın insanın hayatını kaybettiği bu soykırım ancak ve ancak tek bir kimlik altında bir araya gelinebilseydi çözülebilirdi. Kesinlikle sürdürülebilir bir barışın umudunun olduğu ancak şartların bunun için çok zor olduğu karşımıza çıkmaktadır. Soykırımın yaşandığı dönemde soykırımdan kurtulan Tutsiler, Tanzanya sınırında oluşturulmuş olan mülteci kamplarına gidiyor ve oradan da Tanzanya’ya göç ediyorlardı. Evlerinden, ailelerinden kopartılan onca insanın mutlak manada bir gün geriye dönme umudu taşıdığını düşünmekteyim. Bu da o insanlar için barışın mutlak manada umut edilmesinin sonucunda gerçekleşebilir. Yüz günün ardından soykırım; Tutsiler’in, Hutlar ve milis güçlerini Kongo sınırına sürmesi ile son bulmuş olsa da, gerçekleştirilen barış negatif ve soğuk bir barıştır. Çünkü insanlar barış antlaşması yapmaya giden ülke başkanlarını dahi öldürmüşledir ve zihin dünyalarında da bu soykırımın izleri taşımaktadırlar. Ancak bütün Ruandalılar, otel müdürü Paul gibi insanlık kimliği altında buluşabilirlerse barış sağlanacaktır ve Paul yaşamını sürdürdüğü Belçika’dan vatanına dönebilecektir. Paul tek başına otelini sığınağa çevirmiş ve 1268 tane Hutu ve Tutsi’nin hayatını kurtarmayı başarmıştır. Ve bütün bunları Hutu olmasına rağmen yapmıştır. Çünkü onun barış tanımı insanlık üzerine kuruluydu ve ona giden yol bunu yapması gerektiriyordu.
Olaya daha derinden bakıldığında bağımsızlık kazandıktan sonra, insanların neden bir üst kimlik olarak ‘Ruandalı’ kimliğini benimsemediği çok fazla merak uyandırmaktadır. Eğer tıpkı Afrika ülkelerinin sınırlarının belirlendiği gibi yapay bir gruplandırmanın, Ruanda’da olduğu bilincinde olsaydı o insanlar, şuan tarihin en büyük katliamlarından biri olan Ruanda Katliamını günümüz dünyasında konuşmuyor olacaktık…
Onur ŞANCI
[1] International Criminal Tribunal for Rwanda, ‘The Prosecutor v. Jean Paul Akayesu’, Case No. ICTR-96-4-T, s. 20.
[2] Ibid- Ebru Çoban- Modern Devlet ve Irk Söylemi Çerçevesinde Ruanda Soykırımı
[3] Ebru Çoban- Modern Devlet ve Irk Söylemi Çerçevesinde Ruanda Soykırımı
[4] Ebru Çoban- Modern Devlet ve Irk Söylemi Çerçevesinde Ruanda Soykırımı
[5] A. De Wall, ‘Genocide in Rwanda’, Anthropology Today, Cilt 10, Sayı 3, s. 1-3. Ebru Çoban- Modern Devlet ve Irk Söylemi Çerçevesinde Ruanda Soykırımı