Yirmisekiz Mehmet Çelebi Efendi, muhtemelen 1670 yılında dünyaya geldi ve yine muhtemelen 1731 yılında Kıbrıs’ta vefat etti. 1720 yılında Paris’e elçi olarak gönderilen Mehmet Çelebi Efendi, yaşadıklarını kaleme almıştır. “Yeniçeri Ocağı’nın Yirmi Sekizinci ortasına mensup bulunduğundan” bu isimle zikredilmiştir.[1] Kaleme almış olduğu eser oldukça hoşuma gitti. Dikkatimi çeken hususatı kaleme almak istiyorum. Bu eser yazıldıktan sonra ve bu geziden sonra Osmanlı’da “lale devri”nin başladığı söylenmektedir. Sefâretnâme’yi derleyen Abdullah Uçman hoca da “Lale devri”nden bahsetmektedir.
1720 yılı gibi erken bir tarihte Paris’e giden Mehmet Çelebi Efendi ve yanındakileri Fransa’dakiler büyük bir coşku ve heyecan içerisinde karşılarlar. Onların bu derece ilgilerini de Çelebi Efendi şu şekilde açıklıyor. “Paris halkı ömürlerinde Müslüman gördükleri olmayıp ve Osmanlı libasını dahi görmediklerinden bizlere hayran hayran bakarlardı.” [2] Bilinmeyen şeyin çekiciliği karşısında Fransa’daki halkın tepkisini ise şöyle dile getiriyor Mehmet Çelebi Efendi:
“…Kadın ve erkeklerden oluşan halk, şehir ve kale yollarında öyle büyük kalabalıklar meydana getiriyorlardı ki, ben çoğu zaman, gideceğimiz şehrin hemen bütün insanları buraya toplanmış, şehirde hiç kimse kalmamış sanırdım. Misafir kalacağımız eve girdiğimizde de bizi görmek isteyen halkın hücumunu askerler bile önleyemezlerdi. Zaman zaman karışıklıktan sıkışıp feryat edenler bile olurdu. Bazı kadınlar ise yanımıza bayılmış olarak gelirdiler. Yanımızdan ayrıldıktan sonra, o kadar zahmet çektikleri halde, doğruca evlerine gitmezler, belki tekrar görme sırası gelir umuduyla bahçede beklerdiler. Bazılarına bizzat dikkat ettim, bin bir güçlükle üç, dört defa yanımıza girdiklerini gördüm. Yağmurlu ve soğuk havalarda gece saat üçe, dörde kadar gitmezler, dışarıda avluda beklerdiler. Biz ise onların bu hırslarına hayran kalırdık.”[3]
Sadece görmekle yetinmezler, ülkede yaşayanlar birde Osmanlıların nasıl yemek yediklerini merak ederler. Bu ayrıca Fransa’da adet olmuştur ve krallarının yemek yediklerini de izliyorlarmış. Çelebi Efendi’nin kaleminden;
“Özellikle nasıl yemek yediğimizi merak ediyorlar ve görmek istiyorlardı. -Filan kimsenin kızı veya falancanın karısıdır, siz yemek yerken, seyretmek için izninizi rica ediyorlar- diye çeşitli haberler geliyordu. Bunların birçoğunu geri çeviremiyor, mecburen yanımıza gelmelerine izin veriyorduk. … Böyle bir duruma alışık olmadığımız için bize çok ağır geliyordu; sadece hatırları kırılmasın diye sabrediyorduk.”[4]
Çelebi Efendi orada horoz gibi öten saat ile de karşılaşmış ve şaşırmıştır. “Ve bir saat gördük ki bir horoz resmetmişler, saat geldikte kanatlarını salıp ve ağzın açıp biaynihi horoz gibi üç kere seda eder ve iki kapı açılıp iki kişi ellerinde sîm kalkan ve topuz, dört çarkı çalıp avdet eder ve kapılar kapanır.”[5]
Diğer bir dikkatini çeken husus ise kadınların sokaklarda görünür olmasıdır. Kadınların Osmanlı’da çok sonraları sosyal hayata günümüzdeki gibi katıldığını biliyoruz. Çelebi Mehmet Efendi’nin dilinden ; “… Sokaklarında halk ziyade çok görünür, zira avretler (kadınlar) sokaklarda hane be hane (evden eve) gezerler, asla evlerinde oturmazlar. Ve dükkanlarda oturup, alış veriş edip, pazarlık eden avretlerdir….” [6]
Belirtmek istediğim diğer bazı hususlar olsa da hem sefâretnâme’yi okuyacak olana da bir şeyler kalması bakımından hem de bu yazıyı okuyanı sıkmamak bakımından son bir olayı anlatmak istiyorum. Hem anlatmak hem de biraz yorumlamak istemekteyim. Önce aktaracak olursam;
“Geldik bahçeye, Kütub-i tıpda mestur (yazılı) olan nebatat (bitkiler) cem’ etmekte bir mertebede ihtimam (özen göstermek) etmişler ki, Acem ve Özbek diyarında hasıl olan nebatattan getirip dikmişler. Ve Hind ve Çin’den, alelhusus Yeni Dünya’dan ol kadar eşcâr (ağaçlar) ve ezhar (çiçekler) ve nebatat getirmişler ki…. Garip ve acip görülmedik eşcar ve ezhar ve nebatat gördük ki görmeyene tarif ve tavsif ile ifade ve beyan mümkün değildir.”[7]
Bu son yazdığım paragrafı okuyan ülkemin değerli insanları, Fransa dünyanın neden en büyük devleti olduğunun cevabını görüyor olmalısınız. İngilizce bilim dili olmadan önce bilim dili Fransızca idi. Özellikle sefâretnâme’nin diğer bazı kısımlarında da oradakilerin bir kaleyi resmettiklerinden bahsediyor. Kaleyi nereden fethetmişler, kalenin fiziki durumu, etrafındaki denizin ve dağların durumu gibi her ayrıntıyı resimlemişler. Nasıl çalışmışlar ve büyük bir medeniyet kurmuşlar. Bu da bize örnek olması ve şevkimizi artırması için son bahsetmek istediğim husus idi.
Alıntılamalarda bulunduğum bu eser Tercüman gazetesinin verdiği bir kitaptır. 1001 Temel Eser adı altında Abdullah Uçman tarafından derlenmiştir. Derlenen bu eser de Uçman hem Türkçe harflerine aktarmış ve hem de Osmanlıca transkrip halini aktarmıştır. Ben bazen anlaşılması için Türkçe alıntılamalarda bulundum ve bazen de Osmanlıca transkripten aktardım ve bu aktardıklarıma da kelimelerin bugünkü anlamlarını ekledim. Bu sefâretnâmenin okunmasını özelde tarih öğrencilerine ve genelde ise tüm öğrencilere ve insanlara tavsiye ediyorum.
Çelebi Mehmet Efendi’nin mezarı Kıbrıs’ta bulunmaktadır. Yukarıdaki görülen kabir ona aittir.
Kabir ise Sinan Paşa Camii’nin haziresinde bulunmaktadır. Yukarıda da Sinan Paşa Camii’sini görmektesiniz.
Değerli okuyucular, fotoğrafların bir hikayesi genelde vardır. Bu fotoğrafı çeken kişi değerli arkadaşım (pirdaş) Bilal Ay’dır. Kendisi diğer bir arkadaşım ile birlikte yakın bir zamanda rahmet-i Rahman’a giden, vefat eden değerli arkadaşım Cengiz Yur’un mezarını ziyaret etmek için Kıbrıs’a gitmişti. Bana fotoğrafları gösterince ben de bununla ilgili bir yazı yazmak istediğimden, fotoğrafları istedim. Değerli okuyucular hem gencecik yaşta Rabbine kavuşan Cengiz için hem de Çelebi Mehmet için bir Fatiha okuyalım ve yazım her ikisine armağan olsun.
Allah’ın, (annelerimizden daha merhametli olanın) istediği işte budur
O ne güzel vekildir ol der olur
Genç delikanlılar vakti geldiğinde Rabblerine kavuşur
Rahmet-i Allah’a vasıl olmuştur Cengiz Yur
Ozan Dur
[1] Zeki Arıkan, “Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi,” DİA 43, 551.
[2] Abdullah Uçman, Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi, (Garanti, Basım yeri yok: 1975) 139-140.
[3] A.g.e 35.
[4] A.g.e. 42.
[5] A.g.e. 156.
[6] A.g.e. 160.
[7] A.g.e. 158.